Bütün insanlar, doğaları gereği bilmek ister. - Aristoteles
Aristoteles’in Metafizik adlı o kurucu metni, bu yalın ama derin cümleyle başlar. Buradaki “bilmek”, yalnızca bilgi edinmek değil, varlığa, dünyaya ve kendimize dair anlam arayışıdır. “İstemek” ise edilgen bir meraktan değil, içsel bir yönelimden, varoluşsal bir arzudan doğar. İnsan, yalnızca yaşayan değil; soran, kavramaya çalışan, nedenleriyle düşünmek isteyen yaşama arzusu ile dolu bir varlıktır. Aristoteles’in zoon politikon -yani “politik/toplumsal bir varlık”- tanımıyla birleştiğinde ise bu bilme arzusunun yalnızca bireysel bir faaliyet değil, başkalarıyla birlikte yaşamanın, ortak anlam üretmenin bir gereği olduğu anlaşılır. İnsan, tür olarak yalnız yaşayamaz; o, bir topluluk içinde, dil ve düşünce yoluyla varlık kazanır. Ne var ki bugün, bu müştereklik hali, hiper-bağlantılı ama bir o kadar da yalnızlaştıran dijital düzen içinde hızla çözülüyor.
Bugün, her geçen gün dijitalize hale gelen çağımızda yaşam/a arzumuz ve etrafında örülen hayat, dikkat ekonomisinin, şok doktrinlerinin ve algoritmik yönlendirmelerin ağına düşmüş durumda. Bilmek istemek hala doğamızda, ama yönümüz dağınık, sesimiz yankı odalarında boğuk. Birbirine görünürde bağlı ama fiilen kopuk yaşamlarımız, giderek bizi “katılan” değil, “izleyen” varlıklara dönüştürüyor. Byung-Chul Han’ın ifadesiyle bir homo videos, yani ekranlar karşısında varlık bulan ama gerçekliğe müdahale edemeyen edilgen bedenleriz artık. Her şey olup biterken, yalnızca “görüyoruz.” İşte böyle bir çağda, anlamı birlikte üretmenin ve dayanışarak bilmenin yollarını yeniden kurmak, yalnızca felsefi değil, etik, toplumsal ve politik bir ihtiyaç -ama yakıcı bir ihtiyaç- haline geliyor.
Hiper-bağlantı, gereksinimi aşıp neredeyse bir “zorunluluk” haline getirilmekte; bununla da irademiz dışına itilmekte. Bu bağlantı evreninde kimimiz küresel gündemle, kimimiz influencer’larla, kimimiz krizlerle bağlantılıyız. Ama bu bağlantılar, bizi topluluklara değil, algoritmalarla örülü yankı odalarına hapsediyor. Farklı olanı değil, benzeri önümüze getiriyor; farklı olanı kuşatılmış evrenimizden uzaklaştırarak şaşırmamızı, eşdeyişle düşünmemizi engelliyor. Zihnimiz, dikkat ekonomisinin sömürü mekanizmasına dönüşüyor. Algılarımızı, duygularımızı ve arzularımızı manipüle eden algoritmik rejim, bizi edilgenleştiriyor.
Shoshana Zuboff’un Gözetim Kapitalizmi olarak tanımladığı bu dijital çağın rejimi, yalnızca verilerimizi değil, davranışlarımızı, arzularımızı ve irademizi de metalaştırıyor. Hedef, yurttaşı düşünen değil, tahmin edilebilir bir nesneye indirgemek. Bu süreç, yalnızca bizi izlemiyor; bizi izleyiciye, hatta veri sağlayıcısına dönüştürüyor. Üstelik yalnızca bilgiyle değil, anlamla da ilişkimizi kesiyor. Hartmut Rosa’nın işaret ettiği gibi, yankı değil rezonans yaratan ilişkiler bizi insan kılar. Algoritmaların kurduğu yankı odalarıysa, bizi birbirimize değmeden, duymadan yaşatır. Hissedemeyen, tepki veremeyen bir bilinç, yalnızca izler ama katılamaz.
Giderek artan biçimde hissettiğimiz ve de bilincimize çöreklenen bir olgu var ki, bireysel irademizle değiştirilebilecek şeylerin azalarak daralması. Hakikati görmekle onu değiştirmek arasında devasa bir uçurum var artık. O nedenle Hakkatin ontolojisi daha çok seyirliğe indirgenmiş durumda. Bunun en trajik örneğini bugün Filistin’de yaşanan soykırıma varan katliamda görüyoruz. Yüzbinlerin yürüdüğü, milyonların ses verdiği bir çağda, devletlerin ve uluslararası kurumların sessizliği, halkların öfkesine rağmen politik elitlerin ve sermaye bloklarının dokunulmazlığı, bu edilgenliğin en çarpıcı göstergesi.
Bu edilgenlik hali Türkiye bağlamında yeni değil. 2009’dan bu yana geçen son on altı yıl, bilincimizi felç eden majör olaylarla örülü: Habur’dan KCK tutuklamalarına, 2010 referandumuna, Emek Sineması’nın yıkımına, Gezi Direnişi’nden 15 Temmuz’daki hâlâ aydınlatılamamış darbe girişimine, Barış Akademisyenlerinin ihraçlarına, irade gaspları olarak bitmeyen kayyumlara, bugün hâlâ derdest edilen Gezi davası tutuklularına kadar… Bir yandan da sivil ölüme terk edilen, yurtdışına sürgün edilen kültür, sanat ve düşün insanlarının sessiz hikâyelerine… İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu, Galatasaray Üniversitesi’nden Prof. Dr. Naciye Aylin Ataay Saybaşılı ile çok sayıda insanın edinilmiş (müktesebat) ve hukuken tartışma konusu olmaktan çıkmış haklarının (diplomalarının) hukuk dışı yollarla gasp edilmesine; yasal, anayasal ve uluslararası sözleşmelerin garanti altına aldığı protesto hakkını kullanan öğrencilerin derdest edilerek bütün hukuksal süreçler çiğnenerek esir edilmeleri…
Her biri, hafızamızda yer eden ama çoğu zaman sindirilemeden bir diğerine devreden kırılmalar. Bu kırılmalar yalnızca politik değil; aynı zamanda epistemik bir yıkım anlamına geliyor. Naomi Klein’in “şok doktrini” dediği gibi, ardı arkası kesilmeyen krizlerle zihinlerimiz “keçeleştiriliyor.” Richard Sennett’in tanımıyla, kamusal insan çöküyor; yurttas müşteriye, özne tüketiciye indirgeniyor.
Kamusal alan da artık Hannah Arendt’in tarif ettiği gibi, özgür ve eşitlerin eylemde bulunduğu bir alan değil. Galataport gibi projelerle, yurttaşın yalnızca “müşteri” olarak var olabildiği steril, gösterişli ama toplumsallıktan arınmış mekanlara dönüştü. Politika, halkın değil, seçkinlerin ve sermayenin mecrası. Kamuoyu ise yalnızca anketlerin konusu olan bir veri yığını.
Peki, bu çözücü kuşatmadan çıkış ne demek? Olanaklı mı? Bu kuşatmadan çıkışın, insanı aşarak geniş anlamda Yaşam olduğu kanaatiyle olanaklı mı sorusuna “evet” diyorum. Üstelik bu “evet”, safiyane bir umut değil. Bu evet, dayanışarak üretmenin açtığı küçük ama dirençli patikalardan geçiyor. Bu soruya Gündüz Vassaf’ın sıkça sorduğu o temel soruyla girebiliriz: Ne yapabilirim? Vassaf’ın bu sorusuna şunları ekleyelim: Kimlerle, nasıl? niçin? Böylece düşünmemizi Hayatın hizmetine koşalım ve düşünmemizi ortaklaştıralım, mücadelemizi de yaşama uğraşımızı da.
Peki nasıl? Bugün yaşadığımız edilgenliğe karşı, çok küçük çapta da olsa irade gösterebildiğimiz alanlar varsa, bunlar birlikte üretme çabalarının doğduğu ağlardır: feminist dayanışma grupları, yerel kooperatifler, ekolojik topluluklar, mahalle inisiyatifleri, özgür medya kolektifleri, göçmen kadın mutfakları, komşuluk dayanışmaları… Hepsi, neoliberal yıkımın ve otoriter kuşatmanın ortasında “kamusal olan”ı geri çağıran mikro direniş alanlarıdır.
Bu tür ağlar yalnızca maddesel şeylerin değil aynı zamanda anlam üreten yerlerdir. O yüzden yalnızca yaşamsal değil; varoluşsaldır. Dayanışarak üretmek, yalnızca bir ekonomik tercih değil; etik, varoluşsal ve politik bir tavırdır. Bu tutum, edilgenliği reddeder; izleyicilikten katılımcılığa geçişin kapısını aralar.
David Graeber’in işaret ettiği gibi, kriz anlarında merkezi yapılar çökerken hayatı sürdüren dayanışma ekonomileridir. Ortaklaşmacı üretim, yalnızca geçim için değil, anlam ve özgürlük için de toplumsallığın zorunluluğudur. Anarşist örgütlenme biçimleri, bürokratik yapılar çökerken hayatı taşır. Bu yönüyle dayanışma, yalnızca destek biçimi değil, direniş ontolojisidir: yaşamak için birlikte düşünmek, hissetmek ve üretmek... Deyim yerindeyse yaşam üretmek, o yaşamın hem bebeği hem annesi olabilmek.
Elbette bu bir kaçış değil. Aksine, dünyaya ve birbirimize karşı sorumluluğumuzu somutlaştıran bir eylemliliktir. Bu tutum ne inkar, ne teslimiyet. Aksine, iradeyi, anlamı ve umudu birlikte yeniden inşa etme çabasıdır. Çünkü bugün, hayat yalnızca yaşanarak değil, anlam üretilerek yaşanabilir. Ve anlam, birlikte üretildiğinde özgürleştirici bir gerçekliğe kavuşur.
Türümüzün kolektif hafızasında biriken devasa anlam okyanusu, bize geleceğin yükünü taşıyabilecek bir irade sunuyor. Yaşamak direnmek, direnmek sorumluluk ise, mücadelenin birikimini görmek o okyanusa -yalnız olmadığının bilincinde olarak- dalmakla başlayabilir. Bu, yaşamın insanı çağırmasıdır. Zira yaşam çağırır ve Hayat başlar. Canlılığın omuzundaki bu yaşamak sorumluluğudur anlamı üreten. Özgürleşme, bu anlamı yaşamın hizmetine sunacak gözle, sözle ve eylemle buluşturmakta. Yaşamak için yalnızca nefes almaya değil, üretmeye; yalnızca konuşmaya değil, birlikte düşünüp konuşup eylemeye ihtiyacımız var. Tıpkı Arendt’in “doğmak”la ilişkilendirdiği dünyaya her seferinde yeniden gelen politik eylem gibi. Dayanışarak üretmek, belki de bu yeniden doğuşun en görünmez ama en güçlü yollarından biri.
(HA)