Diyarbakır günü fiili bir abluka altında karşıladı. Havaalanı, çevre yolu, hafta sonu olması nedeniyle halkın gençlerin daha çok rağbet ettiği Ofis, Vilayet; sivili, resmisi, özeli envayi çeşit polisle, zırhlı araçlarla ve barikatlarla kuşatılmış durumda… Toma, Akrep hareketliliği kentin pek çok yerinde ve nerede ise kentin tüm işlek bulvarları, caddeleri polis uygulama noktasına dönüşmüş… Çevre il ve ilçelerden polis, asker ve korucularında kente getirildiği söyleniyor…
Bunca teyakkuz halinin, militarizasyonun, kenti bir tür açık cezaevine dönüştürmenin nedeni ise Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve yeni Başbakan Binalı Yıldırım'ın Diyarbakır ziyareti! Bir ülkenin Cumhurbaşkanı ve başbakanının sınırları içindeki bir kenti ancak böylesi bir teyakkuzla ziyaret edebilmesinin manasının yoruma ihtiyacı var mı? Varın siz düşünün.
Çiçeği burnunda başbakanın ilk ziyaretini Diyarbakır’a yapmasına normal koşullarda belki de çok anlam yüklenebilirdi! Meğer ki Cizre, Sur, Silopi, Nusaybin, Gever, Şırnak vs… yaşanmasaydı. Meğerki 14 yıldır “eser bırakmakla” övünen iktidarlarının son eseri olan yedi bin yıllık kadim şehrin yıkıntıları olmasaydı… Meğerki Diyarbakırlılar arasında kopuş duygusu bu denli canlandırılmamış olsaydı. Meğerki tüm yaşananlar karşısında “Öncelikli gündem terörle mücadele, başkanlık” demek yerine “Önce operasyonları durduracağız, çatışma sarmalından çıkacağız, yaşanan insanlık suçlarıyla yüzleşip gereğini yapacağız, halktan af dileyeceğiz, yaraların kapanması için gereğini yapacağız” deseydi. Denmedi…
Aslına bakarsanız Diyarbakır, yaşadığı zulmün devamı gördüğü için olsa gerek ne yeni başbakan ve hükümet gündemiyle ilgilenip heyecan duydu, ne de bu ziyaret gündeminde yer buldu! Günler öncesinden açıklandığı halde halkın gündemine gelemeyen bu “ünlü” ve “manası kendinden menkul” ziyaret ancak ve ancak Diyarbakırlıda, gündelik hayatı işkenceye çeviren polis, asker ve zırhlı yığınağıyla yer buldu…
Bunca ağır sorunların ortasındaki kente ülkenin iki en tepe isminin ziyaretinin amacı ise evlere şenlik: Altı ay önce açılışı yapılan ve aylardır Diyarbakırlıların kullandığı havaalanının yeni hizmet binasını bir daha açmak! İkincisi de bir miting yapmak… Kalabalık da kusur olmasın diye merkez ve çevre ilçelerdeki mülki erkan, tüm okul ve resmi dairelere mitinge “imzalı katılım” genelgesi de göndermiş durumda. O mitinge gitmeyen memurun vay haline!
Bu dramatik çabayı trajik kılan şeylerin başında ise kente asılan şu pankart geliyor sanırım: "Sayın Cumhurbaşkanımız, tarihin taşlara yazıldığı şehir Diyarbakır'a hoş geldiniz”.
Alay eder gibi… Bu şehrin tarihini yazan taşlara ne olduğunu kimse görmemiş, bilmemiş gibi… “Surlara üflenmiş sırların” ne çok kanadığını Diyarbakırlı görmemiş gibi… Tarihi, belleği, anısı hafriyat olup atılmış bu kentin acısıyla alay eder gibi…
Oysa o pankartın asıldığı zamanlarda, Suriçi’ni Sur içi yapan, Qırıkların diyarı Hançepek’in, namı diğer “Gavur” mahallesinin, Hasırlı’nın nasıl onulmaz biçimde yaralandığını görüp de yiten çocukluğuna bakıyordu Diyarbakırlı…
İşte o bakışlardan bir günün hikayesi
Günlerden 25 Mayıs Çarşamba… Sur’da 15 sokağın açıldığı duyurulalı birkaç gün olmuş. İstanbul’dan gelen konuğum Suriçi’ni, açılan sokakları görmek istiyor, biz de veriyoruz yönümüzü Demirciler Çarşısı’na…
Demirciler’e “açılan sokaklar nerde” diye soruyoruz, zira her yer polis, zırhlı dolu ve üstelik sokak arasındaki polis barikatları az sonra yeniden kapanacak vaziyette bakıyor yüzümüze… Genç bir demirci mihmandarlık yapmak istiyor… Yüzü acı, telaş dolu, birazda tedirgin…
Demirciler’den ilerleyince kepenkleri kırılmış, parçalanmış dükkanlar ve onları tamir etmeye çalışan insanlarla karşılaşıyoruz. Sağ tarafa Savaş mahallesine ait kuçeye dönüp iki adım yürüyünce karşıda polis barikatlarına rastlıyoruz.
“Hani yasak kalkmıştı?” diyoruz. Mihmandar birkaç metrelik dar sokağa işaret edip “sadece bu kadarı” diyor. Diğer sokaklarda, dar kuçelerde de ahval bu! Kir, çöp, koku içindeki yıkıntılara baktığımız esnada bir genç yanaşıyor, dilinde bir Qırık Türkçe: “Üvey evlat bilem olamadıx bu devlete… Hem olmıyax artıx, kimsenin evladı olmıyax…”
Sokağın içinde bir binaya işaret ediyor: “Gidin oradan bakın ne ettiklerine.”
İşaret ettiği eski beş katlı binaya doğru gidiyoruz. Kapıda yaşlı bir teyze “Xwede van nehele” diyor. İçeride başka ziyaretçileri de görüyoruz. Merdivenlerinde kurumuş kan akıntıları olan binanın bir dairesine giriyoruz…
Tahrip edilmiş, koku dayanılamayacak kadar ağır ve ev talana uğramış… Kurşun izleri, kırılmış kapılar, çöp ve ölüm kokuyor her yer… Üst katlarda kapalı daireleri geçip damına çıkıyoruz.
Grup grup geliyor insanlar. Bir ziyaretgaha gelir gibi, hakikat kubbesine bakar gibi… Ziyaretçiler arasında orta yaş ve üstü insanların fazlalığı dikkatimi çekiyor. Herkes birbirini uyarıyor: “Duvara yaslanma, sağlam değil, düşersin”…
Altmış yaşlarında iki amcanın sohbetine kulak kesiliyoruz: “Bak şurası Yeşil Teştin yanında bir bina vardı abimindi, kahvesi şuradaydı, karşısı kuruyemişçiydi… Şurada bir sokak vardı, çocukken orada oynardık…”
“Evin burada mıydı? Nasıl tanıyorsun evini…” diye soruyorum. Bir zamanlar dar kuçeleri ve tarihiyle ünlü şimdi ise düz arsalara dönmüş yıkıntılar arasındaki Gavur mahallesini, Hançepek’i, Hasırlı’yı işaret ederek.
“Hayalimde canlandırarak söylüyorum... 40 yıl yaşadım… Tüm çocukluğumun yurdu bu mahalle… Ax çocukluğum…”
“Cizre de insanlar döndüler yıkıntılarına sahip çıktılar, Suriçi’nin insanları döner mi, evinin yerine sahiplenir mi” dedim.
Diğeri yanıtladı: “Cizre, Şırnak oraların insanları bizden daha ileri… Onlar kadar olamayabilir”.
Konuşmalarımızı dinleyen 12 yaşlarında bir çocuk: “Abla tanklarla vuriler, vuriler, böyle düz yapiler… Erdoğan diyi, özel tim yapi… Çox çatişma olmuş çox…”
Arkadan bir adam “Hani Hançepek, hani!” diyor, sormuyor, feryat ediyor… Başörtülü kırklı yaşlarda bir kadın yanan tarihi Paşa hamamına, tarihi Haci Hamit camisine, Surp Gregorios kilisesine, yapayalnız kalmış Dört Ayaklı Minareye ve hepsinin ortasında çocukluğunu, anılarını yutan boş araziye bakıp bakıp ağlıyor sessizce…
Neden bilmem Migirdiç Margosyan geliyor aklıma “Sokaklarında koşturduğun çocukluğun yok artık” diyorum. O sırada bir adam hışımla kapıya yöneliyor, kafasını alçak kapı pervasına çarpıyor, yardım etmek isteyene sadece “Yok bir şey, yok bir şey, bir şey kalmamış” diyor. İçindeki acı sanki öyle büyük ki kafasının acısını duymuyor. Merdivenlerde kuruyan kanla akıp gidiyor…
Dışarı çıkıyoruz, aynı yaşlı teyze hala orda taşın üzerinde oturuyor bu defa Türkçe “Karanlıx kuçelerde kör piçaxlara geleler” diyor.
Yolu izliyoruz, yeşil çarpılı kapılara rastlıyoruz… Ertesi gün binanın, oradan yapılan video ve fotoğraf çekimleri yüzünden yasaklandığını öğreniyoruz… Yasak sokakları boydan boya kuşatıp, Surları görmesini engelleyen beton bloklara bakıyoruz… O pankartta bahsedilen “tarih yazan taşın” bu betonlar olup olmadığını doğrusu merak ediyoruz. (YG/HK)