Haluk Tolga İlhan: “Dâra durmayı, bu inançları, bu özgünlüğü, sevgiyi, aşkı, dostluğu bu ozanlar, zaten söylemişler. Barış içinde yaşamayı zaten anlatmışlar".
İnsanla ve kendisiyle olan büyük hesaplaşmayı bu dünyada tamamlayanların anlatısında yer arıyoruz kendimize. Dâra durup vicdanımıza soruyoruz:
Ben dervişim dersin dava kılarsın
Hakk’ı zikretmeye dilin var mıdır?
Kendini gör, elde sen ne ararsın
Hâla hâl etmeye hâlin var mıdır
Abdal Haluk Tolga İlhan’ın “Dâra Duran” albümünün kapağındaki bu sözler sanatçının bir derviş sabrıyla çıktığı yolculuğu özetler nitelikte. İlhan’la beşinci albümü olan Dâra Duran ile ilgili yaptığı araştırmaları, geçmişe yolculuğunu, Alevi inanç felsefesini ve yeni projeleri hakkında konuştuk.
"Dâra durmak öze dönmektir"
Dede karşısında sol ayak başparmağını sağ ayak baş parmağı üzerinde tutup, eller karın bölgesinde kavuşturulmuş, kafanız önde duruyorsunuz. Bu sembolik duruş, kişinin vicdanıyla baş başa kalma ve bir anlamda özüne dönme sürecini; dâra durmak eylemini temsil ediyor. Bir hesaplaşma anı…Diğer yandan bir nevi dönemin hakim inancının kadı sistemine karşı Alevilerin kendi mahkemesini oluşturması olarak da okuyabiliriz. Diğer inançlardaki günah çıkartmanın farklı bir formu gibi.
Haluk Tolga İlhan, dâra durmayı insanın vicdanıyla baş başa kalması, insani değerleri taşıyıp taşımadığını sorgulaması olarak özetliyor bu kavramı.
“Aslında bu inançlar tekkelerde yaşam buluyordu. Anadolu ve İran coğrafyasında Erdebil tekkesi, Battal Gazi tekkesi gibi bir tekkeler ağını bu anlamda düşünebiliriz. Ancak abdal ideolojisini takip eden yapıların örgütlenme yeri olan tekke ve zaviyeler 1925’ten sonraki süreçte kapatılınca büyük bir boşluk oluştu. Ortodoks İslam, yaygınlaşma ve dayanışma zeminini bulurken, Alevilerin, dervişlerin bir araya gelme alanları kısıtlandığı, yok edildiği için inancın söylemleri de kavramları da sözlü gelenek ile aktarılmaya ve hatırlatılmaya ihtiyaç duydu diye düşünüyorum. Türküler de bu anlamda en büyük rolü üstlendi” diyen sanatçı, amaçlarının bu inancı ve unsurları daha iyi öğrenme ve hatırlatma olduğunu söylüyor.
‘Bilerek’ söyleme gereği hissettim
Erzurumlu Alevi bir ailede yetişen, evinde Ruhi Su, Sümeyra Çakır, Feyzullah Çınar gibi sanatçıların ve bağlama seslerinin eksik olmadığı İlhan, Aleviliğin ideolojisi ve inanç sisteminin ne olduğunu biraz daha derine inerek araştırmak istemiş. İliklerine kadar hissederek icra ettiği bu tarzın nereden geldiğini, bağlamanın, deyişlerin, ozan geleneğinin, Haydariliğin, Kalenderiliğin ne olduğunu anlamaya çalışarak, dervişlerin ne istediğini, ideolojik arka planının ne olduğunu görmeye çalışarak ve en önemlisi biraz daha ‘bilerek’ söyleme gereğini hissetmiş.
“Gördüğüm şey şuydu: Anadolu’daki yerel inançlar ortaklaşa inanç sisteminden hareket ederek; yayılmacı, cihatçı, hegamonik gaza ideolojisine karşı direnmişler. Ve kendi inançlarını korumaya çalışmışlar. Kürtlerdeki dengbêjlerinde bu yapı içerisinde bulunduğu ozan geleneği de bu Arap istilasına karşı kendilerini koruma içgüdüsüyle hareket etmiş. O yüzden de mütemadiyen bir isyanlar ağı oluşmuş. Ebu Müslim’le, Babek isyanıyla, Hürremiler ile başlamış ve o silsile devam etmiş.
Birbiri ile etkileşim halindeki coğrafyalarda, örneğin Osmanlı devletinin kuruluşunda Aleviliğin büyük bir ağırlığı var. Mesela Edebali bir Vefai şeyhi. Zira Baba İlyas’a baktığımızda dönemin siyasetinde son derece etkili. Ancak, her ne kadar belli çerçevelerde ortak yaşam için irade gösterilmiş olsa da yaşamı kavrayışta, Aleviliğin öğretilerinin yarattığı fark, ayrışmayı getirmiş. Babek Erdebil ve İran coğrafyasında bir yapı oluşturuyor. Ebu Müslim Horasan bölgesini toparlıyor. Ancak bu etkileşimleri, inancı bütünsel olarak kavramak için iyi okumak gerekiyor.”
72 dil birdir bize
‘72 dil birdir bize’ diyerek ötekileştirmeye karşı olan bir argüman kullanan ozanların yıllar önce ortak bir paydada buluşma arzusunu yerine getirdiğini söyleyen Abdal Haluk Tolga, “Ozanlar bizim istediğimiz ideolojiyi geçmişte zaten bulmuşlar. Bunu fark ettim. Ötekileştirmenin söz konusu olmadığını gördük. Dolayısıyla bizim aslında günümüzde, kapitalizmde kaybedilen, üstü çiziler, değersizleştirilen çok önemli kavramların, yaşam felsefesinin aslında bu ozanlar tarafından yıllarca önce anlatıldığını da gördük. O yüzden ezgi seçimlerinde onları anlatan eserleri tercih ettik ve seslendirmeye çalıştık.”
Bir lokma bir hırka
Albüm kapağında dervişlerin “Bir lokma bir hırka” söyleminden hareketle bir hırka figürü bulunuyor. Ancak bu hırka görüldüğü üzere, eski ve yıpranmış değil daha canlı, yaşayan modern bir hırka. Haluk Tolga bu tercihi şöyle açıklıyor: “Çünkü albümün alt yapısı daha modern enstrümanlarla kurgulandı, söyleyiş biçiminde tercih ettiğim tarz da gençliğin sahiplendiği daha modern bir söyleyiş. O yüzden köklerini geçmişten alan ancak bugün hala canlı bir şekilde yaşayan kırmızı bir hırka çizimi istedik. Kapak tematik bir çalışma oldu. Bu çok önemliydi.”
"Ben yaratıcı değil hatırlatıcıyım"
“Bu çalışmada ben yaratıcı değil hatırlatıcıyım” diyen sanatçı şöyle konuşuyor: “Dâra durmayı, bu inançları, bu özgünlüğü, sevgiyi, aşkı, dostluğu bu ozanlar, zaten söylemişler. Barış içinde yaşamayı zaten anlatmışlar. Günümüz insanı bunları bilmiyor ve biz de bunları öğrenerek taşımaya çalışıyoruz. Yeni neslin haberdar olması için bir taşıyıcıyız. Bir gösterici, bir nevi oyunculuk. Sanatçı, yaratıcı olmayan bir şeyi ortaya çıkarandır ama biz var olan bir şeyi estetize ettik. İcra ettik diyelim. Biz yalnızca burada yorumculuk üzerinden şekillenmiş olabiliriz. Biraz da araştırıcılık.
"Özümüzü koruyarak, soft bir çalışma yaptık"
Albümde gereksiz süslemeleri kaldırdıklarını söyleyen İlhan, teknik olarak pratiklerini şöyle anlatıyor: Gitara bir kaç koma ekledik . Bağlamayla solo çaldığımız perdeleri, gitarda olmayan yapıya ekledik. Gitarda “si bemol”ün kendisi var ama “si bemol iki” olması lazım. Bağlamada var. O yüzden Anadolu müziğinde bağlamada “si bemol iki” var. Hicaz ve Kürdi değil. Alevi müziğinde de “si bemol iki” ezgiler çok yoğun. Dolayısıyla gitarda solo makamı bozmadan atılamıyordu, gitara koma ekleyince halk müziğinin öz makamını bozmadan aynı melodiyi gitar ile çalabildik. Bu da gençlik tarafından çok sevildi. Özümüzü koruyarak, müziği asimile etmeden tını farklılığı oluşturduk.”Kontrbas, santur, viyola ve keman yanı sıra vurmalı çalgıları kullandıklarını söyleyen İlhan, “Çok enstrümanla çok renkli şeyler yapabilirdik ama temayı bozmadan soft bir çalışma yaptık.”
"Mahlaslı eserleri tercih ettik"
Eserleri seçerken Alevi ideolojisini ve felsefesini anlatan, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Mahsuni Şerif, Ali Ekber Çiçek, Davud Sulari ozanların imzasını taşıyan mahlaslı eserler kullanmayı tercih ettiklerini belirten İlhan şunları söylüyor:
“İnsanların gönlüne girmiş büyük ozanların eserlerini seslendirmeye çalıştık. Toplumsal olayları yansıtmasının yanında o toplumsallığın bireye nasıl yansıdığını göstermeye çalıştık. Örneğin Mahzuni Şerif Alevilik inancı açısından toplumun en değerli isimlerinden, ancak onun da bir bireysel hikayesi var. Yani toplumsal olarak o inanç mekanizmalarının nasıl yansıdığı esas. Ama mahlasların her birinin ayrı ayrı bireyleri de temsil etmesi açısından bu anlatıların bireylerin hayatında nasıl bir değişiklik ve etki yarattığını ve sonuç olarak benim hayatıma nasıl etki ettiğini ifade etmeye çalıştım.”
"Gençlik türküleri sahiplendi"
İkinci albümünü grup olarak, diğer dördünü solo olmak üzere beşinci albümü hazırladığını söyleyen İlhan, “İkinci albümü hatırlatan bir sound üzerinden yaptık. Çünkü yeni gençlik o altyapıyı çok benimsedi bu nedenle onu takip ettik. Son beş yıl içersinde üniversitelerde 50’ye yakın konser verdik.
18-30 yaş arası türküleri sahiplenen bir gençlik olduğunu görüyoruz. Biz türkülere ses verdik. Yüksek dinlenme tirajlarımız var. Gençlik sesimize cevap verdi. Bu albüm için de şimdiden aynı şeyleri söyleyebiliriz. Konserlerimiz devam edecek.
"Şan tekniğini kullanıyorum"
İlhan, halka yabancı olmayan bir söyleyiş biçimini yakalamanın önemli olduğunu düşünüyor: “Şan bilgim ve eğitimim sonucu akademik bir söyleyiş de tercih edebilirdim. Bir dönem Ruhi Su ile özdeşleştirdiler, yazdılar, çizdiler röportajlarda. Tabii ki bu çok gurur verici ancak ben kendime has bir söyleyişi yarattığımı düşünüyorum: Şan tekniğini kullandığım, ancak akademik yetkinliği gösterme çabasından uzak, yerel gırtlak yapılarını da içeren, daha doğal bir söyleyişi daha çok seviyorum. Gördüğüm kadarıyla toplum da buna yanıt veriyor, kendi kültürüne yabancı olanı bir şekilde kabullenmiyor. Toplum burada samimiyet duygusunu ölçüyor.”
Yeni proje yolda
Haluk Tolga İlhan, şimdilerde ise heyecan verici başka bir projeyi hayata geçirme arefesinde. İlhan, daha sınıf eksenli ve sınıf mücadelesini anlatan ezgilerin peşine düşecek. “Mutlaka bir hikayesi olan, çeşitli halkların ezgileri var. Daha edebi bir söylemi burada kullanabilirim. Destansı anlatıların izini süreceğim.” (BD/HK)
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki...
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki iş akdi askıya alındı. bianet, Kültür Servisi ve Gazete TAZ’da yazıyor.
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.
Berbat mı bilmem ama kuir bir anne: BBA Merve Özcan!
Norm bozan, ‘kutsal’ olana ‘berbat’ diyen, seyircisini kız kardeşlik gücüyle örtük bir direnişe davet eden, alternatif kimlikleri görünür kılmaya çalışan seti ve podcast programıyla: Sen kuir bir annesin Merve Özcan!
Merve Özcan’ın aynı isimli podcast’inden sahneye uyarlanan bu tek kişilik performansı izlerken, daha onuncu dakikada bu yazının başlığını telefonuma not ettim: kuir bir performans! Önce Merve Özcan’ı takdim edelim, sonra da “kuir performans” kavramını ve BBA ile bağlantısını konuşalım.
Merve Özcan, iç içe geçmiş, örülmüş ve şaşırtıcı bağlantılarıyla girift bir setle sahneye çıkıyor. Bekârlar-evliler, parlamenterler-her şeye muhalif olanlar, çocuklu hayat-çocuksuz dün, annelik-babalık, flörtözlük-Konya Ovası’nda yüzüne bakacak adam bulamamak gibi kentli çatışmaları, kıvrak sahne enerjisi ve dinamik komedi zamanlamasıyla seyirciye sunuyor.
Stand-up izlemeye Seda Yüz ile başlamış, ardından kendimi Merve Özcan’ın sahnesinde bulmuştum. Stand-up’a pek aşina olmadığım için yazımı, performansın hissettirdikleri ve politik yükü üzerine kurmak istiyorum. "Berbat Bir Anne" ismi başlı başına provokatif.
Bilet alırken, podcast’i açarken, hatta bu yazıyı yazmaya karar verirken bile insanı harekete geçiren bir çağrışım gücüne sahip. Özcan, bir röportajında programının adını, kendisine sorduğu “Ben berbat bir anne miyim?” sorusundan hareketle koyduğunu söylüyor. Bu soru, kendiliğinden bir cevap doğuruyor. O cevap da, bu soruyu sorduran toplumsal kodlara, annelik/babalık mitlerine ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı yük ve sorumluluklara usul usul yükselen bir orta parmak gösteriyor.
Özcan, toplumun ona sorduğu ve kendi sesinden duyduğu bu sorudan yola çıkarak onlarca podcast bölümü ve sahnede bir set üretiyor. Ama burada yalnızca annelik rolleri veya biçimlerinden bahsettiğimizi sanmak yanıltıcı olur. BBA’nın karşısına aldığı asıl muhatap “erkeklik”.
Bu, yalnızca bir cinsiyete ait olmaktan öte, erk sahipliğinin kurumsallaştığı, erkek olmaya dahi gerek duymayan, salt iktidar talebiyle şekillenen bir ‘fikir’.
Merve Özcan, set boyunca bu fikre karşı net bir pozisyon alıyor: “Hmm… Bence bu o kadar da iyi bir fikir değil.” diyor. Gösterinin metni, podcast formatında alıştığımız içten ve doğal anlatımı sahneye başarıyla taşıyor. Ancak en dikkat çekici nokta, Özcan’ın seyirciyle kurduğu doğrudan ve samimi iletişim. Gösteri tek kişilik olmasına rağmen, bu bağ sayesinde son derece etkileşimli ve katılımcı bir hal alıyor. Salondan çıkarken, sanki birlikte Moda’da yürüyüş yapmışız ya da uzun bir günün ardından iki arkadaş olarak koltuğa yayılıp biralanmışız gibi bir hisle ayrılıyorum. Kız kardeşlik duygusu ve gücüyle.
Stand-up’ta bu hissi yakalamak zor, ama Özcan bunu başarmış. Erkek izleyicilerin tepkisi de bir hayli ilginç. Ataerkil düzenin sunduğu konfor alanından pek çıkmamış olanlar için, Merve Özcan’ın söyledikleri şoke edici olabilir. Ancak mizahın alt metni, farkındalığı kaçınılmaz hale getiriyor ve en büyük sarsıcı etkiyi yaratıyor.
Bu da gösterinin yalnızca kadınlara hitap etmediğini, toplumun her kesimine ulaşabildiğini kanıtlıyor. Ve gelelim, bu performansı neden “kuir” olarak nitelediğime… Kuir performans, toplumsal cinsiyetin ve seks pozitif anlatının sahnede, gösteride veya gündelik yaşamda nasıl ifade edildiğini inceleyen bir kavram. Judith Butler’ın “toplumsal cinsiyetin performatifliği” teorisinden ilham alarak, cinsiyet kimliklerinin veya rollerinin sabit olmadığını, aksine akışkan, özdeşliğini farklılıktan kuran bir performans ile inşa edildiğini vurgular.
Özcan, ‘boşanmış bir kadın olmak’, ‘çocuklu bekâr bir kadın olmak’, ‘çocuklu, boşanmış ve cinsellik konuşabilen bir kadın olmak’ gibi kadına yüklenen rolleri aynı eksende ele alıyor. Onları eğip bükerek, sistemin tanıdığı kadın ve anne olmayı reddediyor.
Norm bozan, ‘kutsal’ olana ‘berbat’ diyen, seyircisini kız kardeşlik gücüyle örtük bir direnişe davet eden, alternatif kimlikleri görünür kılmaya çalışan seti ve podcast programıyla: Sen kuir bir annesin Merve Özcan!
Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan gösterilerin tarihleri için IG @merveozcanakabba hesabını takip edebilirsiniz.
Hukuk öğrencisi, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eğitmeni. Nesin Sanat Köyü ve Nesin Köyleri Derneği’nde gönüllü faaliyetler yürüttü. Sanatta Yeterlilik dersini informel olarak Prof. Dr. Zeynep...
Hukuk öğrencisi, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eğitmeni. Nesin Sanat Köyü ve Nesin Köyleri Derneği’nde gönüllü faaliyetler yürüttü. Sanatta Yeterlilik dersini informel olarak Prof. Dr. Zeynep Sayın'dan alıyor. Biletinial isimli biletleme firmasında tiyatro eleştirmenliği, senarist-yönetmen Deniz Akçay’ın senaryo grubunda hikaye asistanlığı yapmaktadır. İleriye dönük hedefi ise Avrupa'da ‘barış ve çatışma çalışmaları’ alanında akademik çalışmalar gerçekleştirmek ve kendi yazdığı metinleri yönetmek.
Megaloman faşist D’Annnunzio, mütevazı komünist Berlinguer
Faşizan hezeyanlara kapılmış milliyetçi şair D’Annunzio ve Batı dünyasının en büyük komünist partisinin lideri Berlinguer hakkında, birbirinden çok farklı iki film.
İtalya edebiyatının en meşhur simalarından Gabriele D’Annunzio, yazarlığı, şairliği ve dramaturgluğuyla hatırlandığı gibi, asker, siyasetçi, gazeteci, hatta vatansever kimliğiyle de kayıtlara geçmiş, sansasyonel bir vaka.
Fiume veya ölüm! (Fiume o morte) adlı belgeselde bir lejyonerler grubunun başına geçerek Fiume kentini işgal edişine şahit oluyoruz.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde adını gördüğümüz Igor Bezinović 2025 Hırvatistan yapımı 112 dakikalık filmde bizi 1919 - 1921 seneleri arasında 16 ay sürmüş tuhaf işgale mizahla dahil ediyor.
Kentin İtalyan döneminden kalma çok küçük bir azınlığı hâlâ barındırmakta olan şimdiki adıyla Rijeka, bu saçma sapan anekdotu mazisinden silmeye çalışsa da Uluslararası Rotterdam Film Festivalinden iki ödülle çıkmış şirin belgesel sayesinde tarih adamakıllı kurcalanmış oluyor.
Fakat filmin klasik anlamda bir tarih belgeseli olduğunu sanmayın!
Faşizmin hem İtalya’da, hem de tüm gezegende tekrar yükselişe geçtiği günümüzde megaloman D’Annunzio’nun gülünç macerasıyla resmen dalga geçiliyor. Kendilerine gülünmesinden, mizahtan ve ironiden asla hazzetmeyen faşistlerin zavallı haline bakıp eğlenmekten başka ihtimal var mı?
Filmde savaş simsarı D’Annnunzio’nun büyük tiyatro oyuncusu Eleonora Duse dahil, kadınları baştan çıkarma maharetinden ve onlarla sansasyonel aşklar yaşamasından da bahsediliyor. Zevkine fazlasıyla düşkün taşkın karakterin mütemadiyen kullandığı uyarıcı madde kokain.
Barbarlar olarak aşağıladığı bölgedeki Balkan halklarını ırkçı D’Annunzio’nun ezmeye girişmesi, işgalin eski Yugoslavya coğrafyasında faşizmin ilk mühim icraatlarından biri olarak algılanmasına yol açmış.
Uluslararası güçlerin kontrolü altındaki Fiume’nin İtalya’ya tekrar bağlanması gerektiğini savunan D’Annunzio’nun bir süre sonra kendi devleti tarafından bile inkâr edilmesinin ve çılgın misyonunu sona erdirmesi yönünde uyarılmasının narsist kahramanımıza ağır geldiğini tahmin edebiliriz şüphesiz.
O dönemde Fiume’yi ziyaret etmiş olanlar arasında faşizmi resmen başlatmak üzere olan genç Mussolini’nin de adı geçiyor. Milliyetçi dava adına gaza gelip Fiume’ye koşan birçok asker adayının kendilerine ve mevzubahis kepazeliğe faydaları pek olmamış ya, neyse…
Yeterince çılgın olmasa da belgeselin oyuncaklı diline kendimizi rahatça kaptırıp şaklaban İtalyan’ı hatırlayan ve hatırlamayan Rijekalı vatandaşlarla tanışıyor, amatör oyuncularla gerçekleştirilmiş canlandırmalara memnuniyetle eyvallah diyoruz; çekim dinamiklerini kusurları, tekrarları, kazalarıyla izleyip kentin hem mazisini hem de bugününü, mümkün olduğunca derinden, mizah yoluyla tanımaya çalışıyoruz.
Meselesini samimiyetle işleyen eğlenceli belgeselde altı çizilen dinamiklerden biri, işgal sırasında
D’Annunzio’nun adı verilmiş sokaklara, meydanlara ve kurumsal binalara Hırvatistan devletinin başka isimler yakıştırmış olması. Oysa İtalya’da bu garip askerî operasyonla alakalı mitoloji muhtelif yer adlarıyla yaşatılmaya devam ediliyor.
Ya İtalya’nın resmen rezil olduğu birçok dinamikten birine şaşaalı imzasını atmış D’Annunzio’nun heykelinin 1919’un yüzüncü yıldönümünde, Rijeka’ya komşu Trieste şehrinin Borsa meydanına dikilmiş olmasına ne demeli? Derin devlet propagandasıyla milliyetçilik kurbanı olmuş Trieste’nin günümüzdeki sağcı belediye başkanı RobertoDipiazza’nın öncülüğünde gerçekleştirilmiş bu garip hareketin İtalya ile Hırvatistan arasındaki diplomatik ilişkileri bir kez daha gerdiğini hatırlamakta da fayda var.
Uzlaşmacı komünist
Roma Film Festivalinde en iyi aktör ödülünü ElioGermano’ya kazandıran Enrico Berlinguer karakteri için ise D’Annunzio’nun tam tersi diyebiliriz. %25’lik oy oranı, bir buçuk milyon üyesiyle Batı Blokunun en büyük komünist partisi sıfatını hak eden İtalya Komünist Partisinin mütevazı başkanı Berlinguer, Büyük emel (Berlinguer – La grande ambizione/The great ambition) adlı biyopik filmde masaya yatırılıyor.
Antropolojik bakış açısıyla takdir toplayan AndreaSegre’nin elinden çıkma 2024 İtalya-Belçika-Bulgaristan ortak yapımı 95 dakikalık film bizi 1973 - 1978 seneleri arasındaki döneme layıkıyla taşıyor. Berlinguer’in bazılarına ütopik gelebilecek büyük emeli, sosyalizmi demokrasiyle aynı potada eritmekti. Özveride bulunarak anlaşmak durumunda olduğu parti ülkeyi yıllardan beri yöneten Hıristiyan Demokrasi Partisi olunca işinin ne kadar zor olduğunu anlamakta zorluk çekmezsiniz!
Filmde aklıselim Berlinguer’i siyasi faaliyetleri dışında özel hayatında, eşi ve çocuklarıyla vakit geçirirken de izliyor, ciddi ve disiplinli olduğu kadar iyi huylu ve şefkatli bir insan olduğunu da apaçık görüyoruz.
Fakat Berlinguer, ülkeyi sosyalizm ve komünizmden “temizlemeye” ant içmiş ABD güdümlü Batı blokunun Gladyo’su bir yana, dogmatik Doğu blokuna da yaranamıyordu.
Filmdeki ilk çarpıcı sekansların birinde Berlinguer’i, Jivkov yönetimindeki Bulgaristan’a yaptığı resmî bir ziyaret sırasında suikastten kıl payı kurtulurken izliyoruz.
Öngörülü Berlinguer Allende’nin başına gelenler İtalya’da yaşanmasın diye çabalarken, normalde partiye destek olmuş Moskova’yı ziyaretleri sırasında da en az alkışlanan liderlerlerden biri haline gelmişti.
Filmde, din güdümlü muhafazakâr İtalya’da boşanmayı mümkün kılan kanun geçtikten üç sene sonra iptal edilebilmesi için hükümetin düzenlediği manevramsı referandumun komünist parti faaliyetleri sayesinde bertaraf edildiğini de görüyoruz.
Nümayişlerdeki “Aile köleliktir!” sloganı en akılda kalıcı sloganlardan biri.
Siyasal olarak gayet canlı dönemde filmin kahramanını fabrikalarda işçilerle, sendikacılarla, sokak ve meydanlarda nümayişçilerle kol kola izliyoruz. Projesinde başarıyla ilerlemesi FİAT imparatoru Agnelli gibi ülkeye yön veren güçlü sanayicilerle görüşmelere ve karşılıklı istişareye bile yol açıyor.
Hürriyet, eşitlik ve demokrasi bayrağını azimle taşımaya devam eden Berlinguer, ayrıştırma yoluyla zedelenmek istenen birliğin gücüne inancını daima koruyor. Kapitalizmle özdeşleşen rekabetin yerine sosyalizmin dayanışma gücünü öneriyor. Toplumdaki sınıfsal problemlerin bilhassa çalışanların lehine çözülmesi gerektiğini ısrarla ifade ediyor.
Fakat ne yazık ki bir taraftan Gladyo, bir taraftan da filmde Doğu blokunun maşası olarak tanıtılan Kızıl Tugaylar, İtalya Komünist Partisinin programını aksatıyor ve Hıristiyan demokrat Aldo Moro’nun öldürülmesiyle de Berlinguer’in planları suya düşmüş oluyor.
Filmin senaryo yazarı hanesinde de adı geçen tecrübeli sinemacı Andrea Segre memleketinin mühim bir dönemini hakkıyla irdeliyor. İtalya’nın neo-liberalizme teslim olmadan önceki son ümitli zamanlarının ışıltısını yansıtırken bunu cilalı, romantik veya nostaljik bir tavırla değil de, bir belgesel hakikatine yaklaşır biçimde gerçekleştiriyor. Mesela dış ülkelerde Berlinguer’e tercümanlık yapan kişilere ve genel manada tercümanlık mesleğine hürmet göstererek, seyircinin anlamadığı bir dilde sarfedilmiş sözlerden sıkılma ihtimaline rağmen altyazıya yer vermiyor, dolayısıyla içerik tercümanın ağzında dillendiği zaman anlaşılıyor.
Filmde dönemin çarpıcı arşiv görüntüleri canlandırma sekanslarına zarafetle yedirilirken Berlinguer’in her yerde sık sık tekrarladığı bacak jimnastiği hareketleri veya memleketi Sardunya Adası denizlerinde ailesiyle yelken sefaları gibi anekdotlar da biyografik anlatıya güç katıyor.
Adil bir toplum şiarını ön planda tutarak yoluna dirayetle devam etmiş olan Berlinguer’in hayalleri İtalya’nın kanlı “kurşun yılları”nda ne yazık ki yavaş yavaş buharlaştı; günümüzde faşizmle arasına pek mesafe koyamayan Meloni İtalya’sına kadar varmamız tesadüf değil mi yoksa?