* Bu yazıyı birdirbir.org’dan aldık
Bir “cumhurbaşkanı” düşünün ki, zaten devletin üç erkinden birinin ikinci başı durumunda (temsili ve sorumsuz), ama 1982 darbe anayasasının tam da parlamenter olamaması nedeniyle atipik yetkilere ve yetki rezervlerine sahip. Bu yetmiyormuş gibi, mutlak kontrolündeki çoğunluk partisi üzerinden yasama meclisini tam güdümüne almaya çalışıyor.
2010 “referandum”uyla birlikte büyük ölçüde yürütmenin etki alanına soktuğu yargıya da hükmetmek istiyor. Bu kısmen sakat anayasal, kısmen de marazi fiili durumu tamamen “resmileştirmek” için siyasi kampanya yapıyor. Çok çeşitli anayasal ihlâller içinde ama ülkenin fiili rejimi değişmiştir, işin kalan kısmı bunu resmileştirmektir diye “başkanlık rejimi” getirmeye çalışıyor. Sanki bugüne kadarki gayrı hukuki ve gayrı meşru tasarruflarına artık meşruiyet kazandırabilirmiş gibi.
Üç devlet erkine –Yasama-Yürütme-Yargı–, devlet bürokrasisine, kolluk kuvvetlerine direktif veriyor, telkin yapıyor, emir veriyor, ceza salıyor. Orada durmuyor: Toplumsal örgütlere, TÜSİAD gibi büyük sermayenin zirve organizasyonlarından işçi sendikalarına kadar herkese ders veriyor, hakaret ediyor, tehditler yağdırıyor. Ya rahatsız ediyor ya bedel ödetmekten söz ediyor ya cezalandırırım diyor. Erkler arasında yürütmenin üstünlüğünü, milli planda tek-adam yönetimine dönüştürmeye doğru ilerliyor.
Buraya kadar, biraz da geniş tutarak söylersek, otoriterlik yapıyor. Yani siyasal alanı denetliyor. Anayasal sınırlarına çekilmesini hatırlatan herkese suçlama perdesini hep çok yüksekten açıyor. Kendisi vatan hainliğinden başka bir şeyle suçlanamıyor, cezaî sorumluluğu da yok.
Burada kalmadı, siyasal alandaki otoriterliği aşacak şekilde, toplumsal yaşamın diğer bütün alanlarına girmeye, kişilere, gruplara, özerk kuruluşlara hükmetmeye de başladı. Teknik terimiyle totaliterliğe başladı. En son, tanım gereği toplumun en özerk olması gereken kurumlarından biri olan üniversiteye de hükmetmeye kalkıştı ve bütün bir meslek grubuna (“barış isteyen” akademisyenlere) saldırdı.
Deklarasyonlarındaki bir-iki ibare ittifak sağlayamayacak olsa bile, bütün amacı ve yönelişi barışı ve insan haklarını korumak olan şimdilik iki bin imzalı (iki yüz de yurtdışından) bir bildiriye karşı hücuma geçti. Düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlama ölçülerini çok aşan bir biçimde akademisyenleri devlete sadakatsizlik ve terör suçu işlemekle suçladı. Haklarında soruşturma, kovuşturma ve ceza mahkumiyeti istedi ve üniversite yönetimleri ile savcılıkları harekete geçirdi.
Ayrıca bir dizi hakaret etti: Cahil, karanlık, hain, güruh diyerek bir meslek grubunun birçok üyesini rencide ve tahrik etti. (O perdeyi yükselttikçe, imza sayısı artmaya devam etti.) “Bedel ödeyecekler, cezalandırılmalılar” dedi.
Cumhurbaşkanlığı bir cezalandırma mercii değildir. Halkına / milletine / nüfusuna / vatandaşlarına, toplum kesimlerine, meslek gruplarına hakaret hakkı ve yetkisi de vermez.
Cumhurbaşkanı, son tahlilde devletin (milletin) bir numaralı memurudur. Onu oraya getiren seçmenin memurudur. Böyle yaparsa, kendisi ceza almayabilir, hakaretleri kanuni/cezai sonuç doğurmayabilir, ama bu, belli bir suçu işlediği vakıasını ortadan kaldırmaz. Devletin 1 no’lu memuru halkına karşı saygılı olmak zorundadır. Aksi halde kamu vicdanında kendi mahkûm olur –yurtiçinde ve yurtdışında.
Kenan Evren de böyle yapardı. Generaller ve işadamları dışında herkes “faziletsiz” idi. Ünlü konuşmalarından birinde “üniversite hocalarına şu bayrağın bir köşesinden de siz tutun diyoruz, kaç para verirsiniz diyorlar” demişti. (Bir başka konuşmasında da “maitre d’hotel benden fazla maaş alıyor” demişti.)
Özellikle aydınlara ve üniversite hocalarına bu denli husumet duyan bir anti-entelektüalizm, totalitarizmin ayırt edici özelliklerindendir. Eğer bu cumhurbaşkanı en kısa zamanda mahcup olup “görüş farklılığımız beni fevrî bir çıkışa yöneltti, bir an için haddimi bilemedim, sözlerimi geri alıyorum” demezse, tarih huzurunda kendi fermanını koyu mürekkeple kendi imzalamış olacaktır.
Özellikle hukuk fakülteleri öğretim üyeleri, barolar, hukukçular dernekleri yaratıcı hukuki muhakeme yürütmeli ve eğer cumhurbaşkanı nedamet beyan etmezse, karşı dava açmanın, hakaret davası açmanın formülünü bulmalılar. Ben bir ipucu vereyim:
Türk Ceza Kanunu’nun 8. Bölümü’ndeki “Şerefe Karşı Suçlar”dan (Md.125-131) Hakaret suçu (Md.125) işlenmiştir. Dokunulmazlık sayesinde cezai sonuç doğurmayabilir, ama bu suç işlenmiştir. Md.125:
“Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır.”
Bunu bir küçük memur yapmış olsa idi, herhalde cezalandırılırdı. Büyük memurun yapmış olması görev suistimalinden ibaret mi kalacaktır? Yoksa bu son vesile (sabıka sicilindeki birçok kayıttan sonra), toplumu tehlikeye karşı bir kez daha ve belki bu sefer daha etkili biçimde uyaracak mıdır? Yoksa, kanı oluk oluk akıtılacak toplum kesimlerine üniversitelileri de ekleyeceğini alenen beyan eden, iktidar sempatizanı mafya şefleri hakkında savcılar öbür tarafa bakmaya devam mı edeceklerdir? (TP/EKN)