Dardenne Kardeşler, sinema tarihine işçi sınıfının temsiline odaklanan yönetmenler olarak geçti. 1970’lerde Belçika’nın sanayi bölgelerinde işçi mücadelelerini belgeleyen filmler çekerken, 1990’larda aynı temaları kurmaca sinemaya taşıdılar. La Promesse (1996) ile başlayan bu çizginin en sert ve en çarpıcı halkası, 1999 yapımı Rosetta oldu.
O senenin Cannes Film Festivali’nde oybirliğiyle Altın Palmiye (Palme d’Or) ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazanan Rosetta’nın yarattığı etkiyle Belçika’da kısa süre içinde iş yasası değişikliğine gidildi. Belçika hükümeti Kasım 1999’da genç işçilerin istihdamını kolaylaştırmak için “Rosetta Planı” adı verilen bir düzenlemeyi yürürlüğe soktu. Söz konusu plana göre, işletmeler çalıştırdıkları işçilerin yüzde 3 ila 6’sı arasında değişen oranlarda genç işçi istihdam etmekle yükümlü kılındı. Amaç, Rosetta gibi okuldan ayrılmak zorunda kalan ya da iş bulmakta zorlanan gençlerin çalışma hayatına dahil edilmesiydi.
Bu düzenlemeyle genç işsizlerin güvenceli işlere erişimini kolaylaştırmak, kayıt dışı ve geçici istihdamın önüne geçilmek istendi. Ama yasa değişikliği, filmin açığa çıkardığı yapısal gerçeği çözmedi: Yoksulluk, işsizlik ve güvencesizlik, yapısal olarak kadın ve genç işçilerin bedeninde birikmeye devam etti.
Rosetta, aradan geçen çeyrek asra rağmen hâlâ güncel. Çünkü bugün de Avrupa’dan Türkiye’ye, dünyanın pek çok yerindeki işçiler aynı döngünün içinde debeleniyor: Kısa süreli işler, düşük ücretler, sosyal hakların gaspı ve emeği görmezden gelen bir düzen. Film, yalnızca 1990’ların Belçikası’na değil, bugünün neoliberal dünyasına da ayna tutmaya devam ediyor.
Senin adın Rosetta, benim adım Rosetta
Refah devleti masallarının tam ortasında “işçi olmaya çalışan” bir çocuğun hikâyesini ekrana taşıyan film, işçi örgütlenmelerinin sistematik biçimde engellendiği, emekçilerin her an işten atılma korkusuyla yaşadığı, sosyal hakların birer birer ellerinden alındığı bir dönemin portresini çizer. Açlığın, yoksulluğun ve güvencesizliğin gölgesinde büyüyen Rosetta, aslında sınıfının hikâyesini temsil eder. İşçi olabilmek için var gücüyle çabalayan Rosetta, sistemin acımasız gerçekliğiyle yüzleşirken seyirciyi de yoksullukla örülmüş görünmez şiddetin içine çeker.
Rosetta’nın hikâyesi, 1990’lı yılların kapitalizminin şekillendirdiği bir toplumsal arka plana yaslanır. Zenginlerin daha da zenginleştiği, yoksulların giderek yoksullaştığı liberal ve emperyalist ekonomik modelin tüm dünyada hâkimiyet kazandığı bu dönemde, Belçika’nın Wallonie bölgesi dikkat çeker. 20. yüzyılın ağır sanayisiyle gelişmiş olan bölge, aynı zamanda göçün, işsizliğin ve sınıfsal eşitsizliklerin yoğun yaşandığı bir coğrafyadır.
Rosetta, 17 yaşında, çocukluk ile yetişkinlik arasında sıkışmış bir genç. İşçi olabilmek için verdiği mücadele, kapitalist sömürü düzeninin bedensel izlerini taşır. Rosetta yalnızca bir birey değil, aynı zamanda bir sınıfın temsilcisidir: Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden birinde açlıkla boğuşan, emeği sömürülmeye bile layık görülmeyen işsizler sınıfının. Ayrıca Rosetta, dönemin Belçika nüfusunun yaklaşık yüzde 30’unu oluşturan İtalyan göçmenlerdendir ve bu yönüyle hem genç bir kadın hem de ucuz iş gücüyle geçici işlerde emeği değersizleştirilen göçmenlerin sembolüdür.
Film, Rosetta’nın çalıştığı hâlde işsizlik maaşı alamamasını da gözler önüne serer. Yeterince uzun süre sigortalı çalışmadığı için sisteme “layık” görülmeyen Rosetta, en temel haklara erişemez. Deneme süresinde işin gerektirdiği her şeyi yapmasına rağmen işten çıkarılır. Çünkü kapitalizm, ucuz ve geçici iş gücünü sürekli dolaşımda tutmak ister. Rosetta böylece, çocuk işçiliğin modern biçimlerini görünür kılar ve izleyiciye kapitalist düzenin genç kadınlar üzerindeki yıkıcı etkilerini de hatırlatır.
Sen iş buldun, ben iş buldum
Şehirdeki Rosetta ile yaşadığı banliyödeki Rosetta farklıdır. Bu fark yalnızca tepkilerinde gözlemlenmez, onun ayakkabılarında da sembolleşir. Şehirde giydiği botlarını, çamurlu kamp alanına vardığında çıkarır ve burada, gizlediği çizmelerini giyer. Bu küçük jest, mekânla birlikte kimliğin de değiştiğini, bireyin varoluşunun mekânın mantığına tabi olduğunu hatırlatır. Sanki şehrin merkezinde toplumla bütünleşmeye çalışan Rosetta ile kıyıda köşede hayatta kalmaya çalışan Rosetta iki ayrı figürdür. Oysa ikisi de aynı döngünün parçasıdır: Kurtuluş umudunu “iş bulma” fikrine bağlamak.
Kameranın sürekli hareketi, izleyicide mide bulantısına varan bir huzursuzluk yaratır. Çünkü yalnızca sömürünün çıplak hâline tanıklık etmeyiz. Bu sömürünün gündelik hayata nasıl sirayet ettiğini, Rosetta’nın nefes nefese kalışında, adımlarında ve susuz kalmış yüzünde hissederiz. Kamera burada yalnızca izlemekle kalmaz, seyirciyi de hikâyenin bir parçası hâline getirir. Foucault’nun “gözetim” kavramını anımsatan bu yaklaşım, Rosetta’nın toplumsal denetim altında olduğunu hissettirir.
Senin bir arkadaşın var, benim bir arkadaşım var
Rosetta’nın hayatta kalma pratikleri de işsizliğin en çıplak hâlini gösterir. Kırık bir şişenin ucuna taktığı solucanlarla kendine ilkel bir olta düzeni yapar; ancak tuttuğu balıkların bulunduğu arazi başkasınındır. Tek besin kaynağını bile gizli saklı yapmak zorunda olan Rosetta, doğanın özel mülkiyete indirgendiğini gözümüze sokar. Rosetta’nın film boyunca sık sık çeşme başlarında su içtiğini de görürüz. Yeme ve içmeye indirgenmiş bu hayat, Rosetta’nın toplum tarafından nasıl en asgari varoluş sınırına itildiğinin kanıtıdır. İş, Rosetta için yalnızca para kazanmak değil, normal bir insan gibi yiyip içebilmenin, “gündelik hayatın” parçası olabilmenin de tek yoludur. Film, işsizlik ile çalışma arasındaki uçurumu, açlık ile doyum arasındaki basit ama çarpıcı sahnelerle gözler önüne serer.
Rosetta’nın regl olduğu sahneler ise yoksulluğun kadın bedeni üzerindeki görünmez ama derin sömürü biçimlerinden birini açığa çıkarır. İşsizlik ve güvencesizlik yalnızca açlık ya da barınma sorunuyla sınırlı değildir; işçilerin biyolojisi bu yoksulluktan doğrudan etkilenir. Regl hâlini gizlemek, kanı durdurmak ya da acıyla çalışmak zorunda kalan kadın, kendi bedenini sermayenin işleyişine uygun hâle getirmeye mecbur bırakılır. Burada beden, Marx’ın “emek gücü” kavramını aşan bir noktaya gelir: Kadın biyolojisi, üretim ilişkilerinin en çıplak baskı alanına dönüşür. Yoksulluğun kadın sağlığını yalnızca ihmal etmekle kalmadığını, aynı zamanda biyolojik döngüleri de iş gücünü değersizleştirme ve kadını daha da kırılgan kılma aracına çevirdiğini gösterir. Bu sahneler, yaşamın en doğal döngüsünün bile kapitalist sistem altında acıya ve utanca indirgenebileceğini, bedenin yalnızca üretim değil, yeniden üretim alanında da sömürüldüğünü görünür kılar.
Sen yarı yolda bırakılmayacaksın, ben yarı yolda bırakılmayacağım
Rosetta, yaşamı boyunca arzuladığı “normal hayat”a yine ulaşamaz. Bu defa yanında Riquet vardır. Onu yakından tanıdıkça, patronunu dolandırdığını öğrenir ve büyük bir ikilemle yüzleşir. İşçi sınıfı kendiliğinden dayanışma içinde değildir; işsizlik ve yoksulluk, onları çoğu zaman birbirine karşı konumlandırır. Riquet, göle düştüğünde Rosetta’nın kararı bu çelişkinin merkezindedir: Onu kurtarırsa insanlık onurunu koruyacaktır, ölüme terk ederse belki bir iş fırsatına yaklaşacaktır. Riquet’yi kurtarır fakat nihayetinde işsizliğe dayanamayan Rosetta, Riquet’yi patrona ispiyonlar. Bu, yalnızca kişisel bir tercih değil, örgütsüz kalan işçi sınıfının kaderine dair sarsıcı bir tablodur. Dayanışma yoksa herkes herkesin potansiyel rakibidir.
Film, bu çelişkiyi sergilerken izleyiciye şunu da düşündürür: Bütün bu parçalanmışlıklara rağmen ezilenlerin yanında olmak, işçilerin safını tutmak neden hâlâ elzemdir? Çünkü işçi sınıfı kendi çelişkilerini üretse de dayanışma olmadan yaşaması da mümkün değildir. Rosetta’nın muhbirliği, ona kısa süreli bir “kurtuluş” gibi görünür, ama hemen ardından onu suçluluk duygusuna hapseder. Waffle dükkânında gördüğümüz en mutlu anları bile, Riquet’nin etrafında dönüp duran motor sesiyle gölgelenir.
Final sahnesinde Rosetta’nın tükenişi, annesini baygın hâlde bulması ve intihar girişimi, işçi sınıfının örgütsüz kaldığında nasıl bir çıkmazda sıkıştığının bir metaforu. Yaşamdan vazgeçtiği anda bile kapitalizmin sertliği ona ölümü bile kolayca bahşetmez. Rosetta, yoksulluktan ölemez. Tüpün gazı bittiği için ölümü yarım kalır. Tam bu anda Riquet yeniden belirir ve ona elini uzatır. Bu yalnızca kişisel bir yakınlık değil, işçi sınıfı arasındaki dayanışmanın tek kurtuluş yolu olduğunu gösterir. Film, Rosetta’ya kesin bir çıkış sunmaz; fakat ezilenlerin birbirine el uzatmadıkça yaşamın sürekli tekrar eden bir azaba dönüşeceğini gösterir. (BK/TY)







