1 Ağustos’ta tam bir yıl olacak Ahmet Cemal’i kaybedeli. İlk gençliğimde Cumhuriyet Gazetesinde önceleri zorlanarak okuduğum, sonrasın da gazeteyi ilk açtığımda ilk olarak onun kültür-sanat sayfasındaki köşesine baktığım, benim hayatımda çok özel ve önemli bir yeri olan Türkiye’nin her nasılsa yetiştirdiği ve elbette kıymetini bilmediği değerli bir entelektüel, önemli bir çeviri ve dil ustası, eleştirmen, denemeci büyük bir bilge Ahmet Cemal’i 1 Ağustos 2017 tarihinde kaybettik.
Onun kaybını duyduğum zaman, hemen o gece bianet’e, “Türkiye'nin ‘Nitelikli Adamı’ Ahmet Cemal” başlıklı bir yazı yazmıştım. Çağımıza göre erken yaşta hayatını kaybeden ve kötü bir hayat yaşayan Ahmet Cemal’in ölümü beni derinden sarsmıştı. “Eserleri, çevirileri, köşe yazıları ve akademik çalışmalarıyla büyük bir okur kitlesine ulaşmış, ders verdiği yıllarda, yoklama zorunluluğu olmamasına rağmen dersleri hınca hınç dolan Ahmet Cemal, korner kalp yetmezliği sonucunda hayata gözlerini yummuştu.
Çevrisini yaptığı Elias Canetti’nin eşsiz kitabı “Körleşme”, Stefan Zweig “Yarının Dünyası”, Robert Musil’in “Niteliksiz Adam”ı, gençliğimde beni Kafka’nın kahramanlarından saydıran kitaplarını okuduğum ve en çok deneme yazılarını sevdiğim ve çevirisini yaptığı Robert Musil’in Niteliksiz Adam kitabına gönderme yapılarak “Çeviri Dünyası’nın Nitelikli Adamı” Ahmet Cemal’i anmak ve böyle büyük bir sanatçının kaybının ülke çapında büyük üzüntü yaratmasını beklemek olması gerekendi. Ancak sosyal medya haberleri arasına sıkışan ve değeri belki gelecek kuşaklar tarafından bilinecek olan bu büyük insan hakkında, onun bir okuru olarak, birkaç şeyi şöylece özetlemek isterim” demiştim geçen yılda.
Ahmet Cemal’i tanımam12 Eylül sonrasının en karanlık günlerinde oldu. Ömrünün en güzel yıllarını Mamak Zindanında geçiren ve kalp krizi sonucu genç yaşta hayatını kaybeden eniştem Ali Çağıran’ın, işsizlikten ve çaresizlikten açtığı bakkal dükkanına her uğradığımda elime tutuşturduğu Cumhuriyet gazetesi Ahmet Cemal’i tanımama vesile oldu. Esasında o karanlık günlerde farkında olmadan bir ışık arıyordum. Bu öyle bir ışık olmalıydı ki, malumat ve belagatten uzak entelektüel bilginin ışığı ile sırlanmış, dünya kültüründen, bilgisinden ve bilgesinden haberler veren ve o günlerde kaybolduğum/kaybolduğumuz yolların izini bana/bize gösterecek yeterlilik ve tutarlılıkta olmalıydı. Ve yine farkında olmadan yarınımı biçimlendiren, bugün ki beni yaratan ve içime umut salan bilgileri Ahmet Cemal’in satırlarında bulacaktım.
Herhangi bir mahallenin okumayı çok seven bir kızına doğru okuma sevdasını aşılayan Ahmet Cemal sanata, bilgiye, edebiyata, şiire, dünya kültürüne, felsefeye, hayata ve hayatın inceliklerine dair çok şey öğretmişti. Başlangıçta her satırını hece hece okuyarak anlamaya çalıştığım denemeleri, zamanla bana kılavuz oldu. Onun önerdiği yazılar ve yazarlar bilgi dünyamı katlayarak büyüttü. Gelecek hayallerim ve hayata bakış açım değişti. Felsefeye, sanata, müziğe karşı bambaşka duygu ve düşünceler geliştirdim. “Devrimci kültür”, “proleter edebiyat”, “işçi sınıfı” gibi tırnak içine sıkıştırılan kavramların kargaşası ve kifayetsiz sığlık çerçevesinde yürütülen tartışmalara karşı Ahmet Cemal’in satırlarından okuduğum bu düşünce dünyası beni derinden etkilemişti. Zamanla şöyle düşünmeye başladım; “Dünya diye koca bir evren var, orada başka insanlar, başka fikirler var ve o başka dünyayı okuyarak öğrenmem mümkün.”
Okumanın ne kadar önemli bir işlevi olduğunu, okuyanın dostluk, sevgi, arkadaşlık, yoldaşlık, kardeşlik gibi insanı insan yapan erdemlere daha kolay ulaştığını bugün artık çok daha iyi biliyoruz. Ahmet Cemal kendi döneminde okuyucusuna, benim gibi sadık takipçilerine çok şey öğretmiş bir öğretmendi. Onun çeviri işini tamamen bırakıyorum dediği ve “hayatıma eşlik eden çeviriler” diye tanımladığı eserlerden her ikisi de Hermann Broch’un (1886-1951) “Vergilius’un Ölümü”nü otuz sekiz yılda çevirisini yapmıştır ve Robert Musil’in (1880-1942) “Niteliksiz Adam”ını yirmi beş yılı aşkın bir sürede bitiriyor, kütüphanemde yerini almıştır. Ömürlük bu çalışmalarının sonucunda 2014 yılında Hermann Broch’un “Vergilius’un Ölümü” başlıklı roman çevirisi ile Avusturya Büyük Devlet Ödülü’ne layık görüldü.
Yine Erich Auerbach’ın “Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili” kitabını ilk onun dilinden duymuştuk. Almanya’nın en önemli entelektüellerinden Erich Auerbach ve diğer bilim insanı ve sanatçılar 2. Dünya Savaşı döneminde Nazi zulmünden kaçarak Türkiye’ye gelmiş ve Modern Türk kimliğinin oluşmasında etkili olmuşlardı. Ahmet Cemal’le Açık Radyo’da yapılan söyleşide bu kitabı da kendisinin çevirmesi yönünde yoğun talep olduğunu duymuştum. Ancak Ahmet Cemal’in bu kitabı çevirmeye ömrü yetmemiş ve kitap da halen Türkçe’ye çevrilmemiştir.
Yine yazarın Gyorg Lukacs: Estetik(3 cilt), E.H Gombricih: Sanat ve Yanılsama, Elias Canetti: Körleşme, Bertold Brechet: Tiyatro İçin Küçük Orgonan, Me-Ti'nin Özdeyişler Kitabı, Sofokles'in Antigone'si, Herman Broch: Kader Ağıtları, Vergilius'un Ölümü, Robert Musil: Yaşarken Açılan Miras, Stefan Zweig: Yarının Dünyası, Rotterdam'lı Erasmus'un Zaferi ve Trajedisi, İngeborg Bachmann: Malina, Frieddich Holderlin: Deliliğin Arifesinde, Walter Benjamin: Pasajlar kitapları da çok önemli başyapıtlar olarak Türkçeye kazandırdı. Kafka’nın Dönüşüm’ünü onun dilinden de okuduk.
Bu kadar önemli bir düşün insanının 2012 yılında Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü alan ve Can Yayınlarından çıkan “Lanetlenmiş Ağustosböcekleri” deneme kitabının aynı adlı makalesinden bir bölümle tamamlamak istiyorum. Ve ömrüm yettiği sürece, eğer yazmaya da devam edersem, ustam saydığım bu büyük insanı anmaya, onunla ilgili yazılar yazmayı kendime farz ediniyorum. Işıklar içinde uyu büyük ustam!..
Lanetlenmiş Ağustosböcekleri
“Kurumuş gırtlaklarından bir çığlıktır yükseldi, bir müzik de diyebilirim buna, vahşi bir şarkı, tepeden aşağı, yolun üzerinden denizin üzerine doğru yuvarlandı. Olduğumuz yerde kalakaldık ve korkuyla birbirimize baktık. Çünkü ağustosböcekleri de bir zamanlar insandı. Hep şarkı söyleyebilmek için yemeye, içmeye ve sevmeye son verdiler. Şarkılara kaçışları sırasında gittikçe daha çok kuruyup küçüldüler; şimdi ise özlemleriyle yitik, özlemleriyle büyülenmiş şarkılar söyleyip duruyorlar – ama aynı zamanda da lanetlenmiş olarak, sesleri insan sesi olmaktan çıktığı için…”
“Avusturyalı yazar ve şair Ingeborg Bachmann’ın Ağustosböcekleri adlı radyo oyunu bu satırlarla noktalanır… Onuna adını veren ağustosböcekleri, bir insan kalabalığıdır aslında. Türleri gereği insan sayılan, ama insanca yaşamayı, insanı ancak sevmenin sevilebilmenin, hemcinslerinden sorumlu olmanın insan kılabileceğini çoktan unutmuş yaratıklardan oluşma bir kalabalık. Belki tümü de bir zamanlar artık yaşamı, daha da önemlisi, yaşamanın insandan sorumlu olmak olduğunu görmezlikten gelmiş, sevmeye son verip şarkılarını söylemeye koyulmuşlardır. Bunun bir kurtuluş yolu olabileceğine inanmışlardır…(s.33.35)”
(PT/AS)