Sıcağı sıcağına bu sabah başıma gelen bir şeyi size anlatacağım. Çoğu zaman yapmaya çalıştığım gibi bu kez de çocukları okula bıraktıktan sonra yürüyerek eve döneyim dedim. Maksat “mikiç sport”*.
Ufaklıkların gittiği Fransız okulu eski bir Sovyet Ermenistan’ı fabrikasının arazisinde. Sovyetler dağıldıktan sonra benzerleri gibi bu fabrikada da artık hayaletler cirit atıyor. Yine de bir köşeye oligarkın teki yerleşmeyi başarmış. Onun binasının olduğu taraftaki kapıdan çıkıp, cılız bir derenin kenarına kurulmuş bizim gecekonduları andıran konutların arasından yürüyorum. Çok sakin bir yer. Mevsiminde buradan geçerken bazen vişnelere, kayısılara dalıyorum. Şimdilerde hava soğudu. Sonbahar hızlı geldi. Daha geçen hafta sıcaklardan yakınıyorduk, şimdi soğuktan.
Kıvrılan gölgeli sokaktan çoğu zaman ıkına sıkına ilerleyen arabaların olduğu kentin ana caddelerinden birine çıkıyorum. Hemen köşede İranlıların müdavimi olduğu bir otel var, niyeyse aklıma Ankara’da Selanik Sokak’taki Büyük Erşan geliyor.
Otelin köşesini dönüp biraz ilerleyince bankta büzüşmüş vaziyette oturan otuzlu yaşlarında bir kadın dikkatimi çekiyor. Kafamdan niye bu soğukta, tozlu, gürültülü yerde oturuyor türünden bir düşünce belli belirsiz geçiyor, yola devam ediyorum. Zihnimde kuyruklarını bir birine dolaştırmamaya çalıştığım binbir “hikaye”.
Üç beş adım attıktan sonra, arkamdan gelen bir keskin çarpma sesiyle tilkilerin ürküp sağa sola kaçması bir oluyor. Dönüp baktığımda yerde pili bir tarafa gitmiş kendi başka bir taraf savrulmuş bir cep telefonu görüyorum. Belli ki kadın fırlatmış. Biraz duralayıp yine yürüyüşümü sürdürüyorum. Sonra ana caddeyi kesen bir ara yolu karşıya geçiyorum. Geri dönüp kadının ne yaptığına tekrar bakıyorum. Kadın anlaşılan hıncını alamamış telefonu daha küçük parçalara ayırmaya çalışıyor, plastik parçaları üzerinde tepiniyor.
Sonra olan oluyor. Her şeyi bilen ben, elbette bu meseleyi çözmeliyim. Giysilerini telefon kulübesinde değiştirmiş bir süpermen kararlılığıyla olaya dalıyorum. Kadının karşısına geçiyorum ve sıralamaya başlıyorum: "Dur yapma bunu, geçecek bütün bunlar, ona bir şans daha ver, bak gelecekte çocuklarınızla birlikte çok mutlu olacaksınız, erkek kısmıdır olur bazen böyle, aldırma, hem o sizi ayırmaya çalışan fitnecilere bakma, seni yalnız bırakırlar, tek başına geçinemezsin bu devirde…. (Değerli okuyucular, bu laflarda tabii cinsiyetçilik, muhafazakarlık vs. bir kamyon arıza var, biliyorum, ama taktik yapıyorum, çünkü mühim olan "çiftin gelecekteki saadeti", "ayrılmaması", "birlik ve bölünmez bütünlüğü"!)
Kadın yüzüme büyük bir şaşkınlıkla bakakalıyor. Neden sonra ayıkıyorum. Bütün söylediklerim kendi dilimde. Kadınsa muhtemelen Ermenice’den başka bir dil bilmiyor. Kadın “çattık bir belaya, de get deli misin nesin” dercesine elini sallayıp beni başından savıyor….
Ben de homurdanarak yoluma devam ediyorum. “Halbuki ona yardım etmek istemiştim. Ama o beni anlamadı. Dil bilmiyordu canım ondan oldu vs…”
Pek kıymetli okur süper kahraman dediğin öyle kolay pes etmez, dayak yemeyi kabullenemez, bu bildiğin öyle alelade Mister No değil ki kuyruğunu kıstırsın bir bara Cachaça demlenmeye gitsin. Ama bu kez öyle oldu sayılır. Adımlarımı sıklaştırıp bu mağlubiyetten hızla uzaklaştım. Eve varıp sabah kahvaltısından kalan çaya devam ettim.
Not: Yukarıdaki hikaye elbette önemli ölçüde bir kurgu. Kürtler, Katalanlar ya da başkalarıyla ilgili edilen bir sürü laf, benim aklıma da bu hikayeyi düşürdü. (AS/HK)
* Ermenice: Biraz spor.