* Fotoğraf: Pixabay
Deniz Gezgin’in 2017 yılında Sel Yayınlarından çıkan YerKuşAğı isimli romanı son yıllarda okumakta en çok zorlandığım, belki de defalarca okursam ancak sindirebileceğim bir eser. Romanı okurken çok zorlansam da bu roman üzerine yazma ihtiyacı duydum. Bu romanın, özellikle yazarın bir canlı türü olarak insana ve insanın düşünce biçimine yaklaşımı nedeniyle ayrı bir ilgi görmesi gerektiğini düşünüyorum, hele ki insan kaynaklı ekolojik krizlerle sık sık karşılaştığımız bu dönemde.
Deniz Gezgin 2012’de basılan ilk romanı Ahraz’da, takip edilebilir bir olay örgüsüyle, yer-mekân-zaman üçlemesi konusunda okura net sayılabilecek bir çerçeve çizmiş ve okurun rahatlıkla tanımlayabileceği ve özdeşleşebileceği karakterlerle toplumun dışlanan kesimlerini kucaklayıcı bir hikâye yaratmıştı. Gezgin, bu kitabında artık bir meslek haline gelen çöp toplayıcılığına, enseste, göçmenlerin trajedisine ve yabancı düşmanlığına uzanan hassasiyetlerini, sağır-dilsiz bir çocukla, zamanla yaşam enerjisi sönen bir çocuk anneyle, ağaçların dilinden anlayan bir marangozla, adasından kopup gelen bir papaz ve kızıyla ve tüm bu itilmiş kakılmış insanlara dost bir köpekle harmanlayarak okuruna buruk, hüzünlü bir hikâye sunmuştu. Hikâyelerin mutlu da olabileceğine dair belli belirsiz bir umut vardı Ahraz’da, tabii insan kendisinden olmayanla bütünleşebilirse.
Yazarın ikinci romanı YerKuşAğı’nda ötekiyle bir olma fikri daha da çok ön planda. Bu bakımdan, kullanılan dille, oluşturulan karakterlerle, yer-mekân-zaman konusundaki seçimle her bakımdan deneysel sayabileceğimiz ve bir kategoriye, tanıma, özete sığdırmakta zorlanacağımız bu romanın bence temel bir izleği var: Yazarın insanı odağına alan ikili zıtlıklara ve dilin totaliterliğine karşı çıkması. Gezgin, bir anlamda postyapısalcı bir çabayla yapıları söküp atmaya çalıştığı bir roman kurgulamış. Mekân yokyer; karakterler ne hayvan ne insan, ne madde ama sürekli birbirine dönüşmeye, iç içe geçmeye hazır varlıklar; zaman ise gece-gündüz, geçmiş-gelecek ayrımının olmadığı, günlerin geçmediği, çizgisellikten kopuk bir kavram. Okur, bu romanda zengin ve gösteriş düşkünü bir avcı olduğunu anladığımız bir adamın kızı olan Moy’la, ne bitki ne hayvan ne insan ama hepsinden biraz olan Hagrin’le, bulandığı petrolden sıyrılsa ısırılan kanadına takılan karabatak Şuri’yle, ormanın içinde aniden beliren ve kaybolan, oyunlara doyamayan munçak (bir tür geyik) Cice’yle bir oraya bir buraya savruluyor. Roman boyunca evrilen, şekil değiştiren bu canlılar, yazarın insan-merkezciliğe (antroposentrizm) karşı duruşunu temsil ediyor adeta.
YerKuşAğı ele avuca sığmaz karakterlerin yolculuk hikayesi: Moy’a ve Şuri’ye rehberlik eden Hagrin’ın bu yaralı varlıklara tuz yedirerek onları “içlerindeki beşeri çözme” yolculuğuna çıkardığı bir hikaye.
Yazarın bakışından, beşeri çözmek demek bir yerde dili de çözüp atmak demek. Dil insanı duymaktan, hissetmekten, dokunmaktan uzaklaştıran; kendine ve bedenselliğine yabancılaştıran bir olgu olarak sunuluyor romanda: “Bütün yeni doğanlar sese gelir, sulardan duyup bildikleri şarkıyı mırıldanır. Bebekler de öyle böyle hayvandırlar. Kulaklarına kelimeler dolmaya, onları taklit edip de konuşmaya başladıkça suları can gibi çekilir” (33). Bu eksende, Moy’un, resimli çocuk kitaplarında kendisine gösterilen hayvanları isimleriyle değil, sesleriyle tanımlaması okurun bakışını dilin ve aklın dışında bir bilme biçimine çeviriyor; belki duyarak, belki bizzat dokunarak, belki karşısındakine dönüşerek bilmeye. Dolayısıyla, babasının dünyasında, yani Lacancı anlamda sembolik düzende, akıldışı görülen ve tedavi edilmek istenen Moy’un sözden çok sese meyletmesi yokyerde kıymete biniyor.
Yazar, insanın başka canlıları isimlendirerek dünya üzerinde dil aracılığıyla kurduğu hegemonyaya Hagrin, Moy, Şuri ve Cice üzerinden meydan okumaya çalışıyor. Elbette okuruna ulaşırken elindeki tek aracı dil olan bir yazar için bu itirazı kâğıda dökmek başlı başına bir çıkmaz. Okur da bir duvara çarpıyor, çünkü yazarın akla karşı bedeni, söze karşı sesi oturtmaya çalıştığı bu romanı okumaya çalışmak okurun düalist düşünce biçimiyle şekillenen alışkanlıklarını yıkmasını gerektiriyor. Yazar, insanın kendisini dünyanın geri kalanından ayırarak kapıldığı kibre karşı okuru insanın erişemeyeceği, bilemeyeceği, anlayamayacağı “yaban” dünyaları hayal etmeye zorluyor, gerçekten zorluyor: “Bu sonsuz yabanlık imkânı seni ne varlardan ne yoklardan kılar, bir bakmışsın yerdesin, bir bakmışsın yokyerde” (34).
Bu bulanıklık ve iç içe geçmişlik hali içinde yazar türümüzün neden olduğu ekolojik krize açıkça işaret etmeyi ihmal etmiyor. Pasifik Okyanusu’nda oluşan devasa plastik adadan, deniz kuşlarının ve bilumum canlının ölmesine neden olan petrol sızıntılarına, vahşi yaşam parklarından, endüstriyel et üretimine kadar çağımızın pek çok ekolojik sorununa parmak basıyor. Bu bakımdan YerKuşAğı ekolojik hassasiyetlerle yazılmış bir roman olarak Antroposen hafızamıza derin bir çentik atıyor. Gezgin, Melisa Sönmez’lea yaptığı röportajında bu kitabı yazma hikayesini anlatırken “Etrafımdaki her şey, herkes ölüyor da ben hiçbir şey yapamıyormuşum gibi bir hisle, telaş içinde duvardan duvara çarparken önce kendi dilimi ısırdım” diyor. Yazarın röportajda dile getirdiği bu kaygı, bu telaş, bu çaresizlik ve bu acı sayfalardan süzülüp okura geçerken okurun aklında pek çok sorunun yanında yine o bildik soru kalıyor: Başka bir dünya mümkün mü, bu dünyada? (HB/AS)
* YerKuşAğı, Deniz Gezgin, Sel Yayınları, 2017, 91 sf.