Başlık biraz iddialı oldu, ben de farkındayım. Amacım, baharın gelişiyle yeşillenmeye başlayan Ankara ağaçlarını seyrederek, Dikmen - Öveçler’den Kızılay’a kadar bir bahar yürüyüşü yapmaktı sadece. Yaklaşık bir saat süren bu yürüyüşü fırsat buldukça tekrarlarım. Her ne kadar bu güzergâh birçok nedenle yürümeye elverişli olmasa da. Tek tek binaların, yeşil alanların, demir kafesler içindeki halini görmenin iç karartıcılığı bir yana, bariyerlerin arkasında eli sürekli tetikte asker ve polislerle 5 kilometrelik yolun tamamına baktığımda, açık hava cezaevi gibi. Yaklaşık otuz yıldır geçtiğim bu güzergâha hiç bu gözle bakmamıştım. Belki de kanıksamışız zaman içinde. Bu bölüme döneceğim ama bahar demişken; en azından başlığın hakkını vermek adına; insanlık tarihinde, özellikle emek mücadelesinde baharın ayrı bir yeri olduğunu anımsatmak gerekiyor.
1 Mayıs 1886 tarihinde Amerika’da Chicago’lu işçiler, ücret düşüklüğünü ve işçilerin örgütlenmesinin baskıyla önlenmesini, iş gününün uzunluğunu protesto etmek amacıyla ve 8 saatlik işgünü talebiyle eylemler yaptılar. Eylemlerin kapitalistler tarafından şiddetle bastırılması sonucu birçok işçi yaşamını yitirdi. Yüzlerce işçi ise tutuklandı. İşçi sınıfı bu katliamı ve genel grevi hatırlatmak için 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik, mücadele, dayanışma günü ilan etti. O günden bu yana 1 Mayıslar kitlesel biçimde dünyanın her yerinde kutlanmaktadır. Bizim ülkemizde ise 12 Eylül darbesiyle uzun süre yasaklandı. Şimdilerde ise “Bahar Bayramı”!
Ülkemiz işçi sınıfı tarihinin en önemli eylemi; çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarıya karşı DİSK öncülüğünde gerçekleştirilen 15-16 Haziran 1970 şanlı direnişidir. Türk-İş’e bağlı birçok sendikanın da katıldığı gösterilere pek çok fabrikadan 75 bin işçi katıldı. Gebze’den de Kartal’a ulaşan işçilerle, İstanbul’un her iki yakasındaki büyük caddeler işçi kortejleri tarafından dolduruldu. Egemenleri titreten bir direniş destanıdır. Olayların birinci günü akşamı, Bakanlar Kurulu 60 günlük sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandılar, tutuklandılar.
1980 darbesinden sonra sessizliğe bürünen işçi sınıfının yeniden uyanışı olarak bilinen “Bahar Eylemleri” ise 1989’da başladı, etkileri 1990 ve sonrasında da devam etti. Sayıları 600 bini bulan kamu işçilerinin yürüttükleri görüşmelerin tıkanması, “Bahar Eylemleri” olarak bilinen ve Mart, Nisan, Mayıs ayları boyunca sürecek eylemlerin kıvılcımı oldu. İşçiler seslerini duyurmak ve sonuç almak için Türkiye’nin dört bir yanında çeşitli eylem biçimlerine başvurdular ve 3 ay süren mücadeleleri boyunca sık sık devletin kolluk güçleriyle karşı karşıya geldiler. İşçilerin kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanmaları, burjuvazinin kolluk güçlerinin şiddeti karşısında bile geri adım atmamalarını sağladı.
Kamu kesiminde çalışan işçilerin 1989 yılı mart, nisan ve mayıs aylarında başlattıkları bu eylemler 1990’ların hak mücadelelerinin yükselişinde önemli bir rol oynadı. Toplumsal muhalefetin kendine güvenini yeniden kazanmasını sağladı. İşçi sınıfının yeniden canlanan mücadelesi, 1989’a gelindiğinde kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelesini yükseltmelerinin de yolunu açtı. Baharın güneşi, kamu emekçilerinin mücadelelerini duraksatan buzları eritmeye başlamıştı. Can Yücel’in dediği gibi “ hava dönmüş, yel işçiden yana esmeye başlamıştı!”
Örneğin; Genel Maden-İş'in bağlı olduğu Türk-İş, 3 Ocak 1991'de Türkiye çapında bir günlük genel grev kararı alır. Zonguldak'taki sendika, genel grevi sürdürebilmek amacıyla 4 Ocak'ta toplu halde Ankara'ya gitmeye karar verir. Ancak Ankara'ya gitmek için İstanbul'dan beklenen 1150 otobüs hiç gelmeyecektir. Sendika Başkanı Şemsi Denizer 4 Ocak sabahı 10.30'da madencilerin toplandığı meydana bakar ve: "Arabalarımızı engellediler. Arabayla gidemiyoruz. Ama ayaklarımız var. Yürüyeceğiz." açıklamasını yapar.
Yürüyüşün tanıkları 300 km'lik yolu yürümeye saatler içinde karar verildiğini, sendika dahil hiçbir kurumun veya işçinin yürüyüşe yönelik örgütlenmediğini belirtmektedir. 4 Ocak öğleden sonraya kadar, Zonguldak'taki birçok evden işçilere battaniye, ayakkabı gibi ihtiyaçlar sağlanır. Şemsi Denizer, yürüyüşe katılmaya kararlı olan madenci eşlerine Zonguldak'ta kalmalarını söyler. Ancak kadınlar bu öneriyi dinlemeyecek ve yürüyüşün en önemli aktörlerinden biri haline gelecektir. Yürüyüş başlar ve kitle çevre ilçelerden geçtikçe katlanarak büyür. Yaklaşık 100 bin kişi Ankara'ya yürümektedir artık!
Prag Baharı (5 Ocak 1968 de başlayan ve Çekoslovakya'nın politik olarak liberalleşmeye çalıştığı bir dönemdir); geçtiğimiz yıllarda Arap Baharı, isimlendirmeleri de bahara atfedilen isyankâr rolden kaynaklanır biraz da. “Bahar isyancıdır” demişti Onat Kutlar.
Bu arada Çetin Emeç Bulvarı’na gelmiş, yolumun büyük kısmına eşlik edecek Harp Okulu (bu isim hep kafama takılır da neyse) arazisine ulaşmıştım. Ankara’nın merkezinde önemli bir yeşilliği barındıran bu arazi, değişik dönemlerde çıkan taşınma söylentilerine rağmen yerinde kalmayı başarmış! İnsan boyunu aşan sivri uçlu demirlere ek dikenli tellerle korunmuş bu arazinin, içine hiç girmesek de bu haliyle bile kalmasına sevinir Ankaralılar. Yapılaşmaya açılırsa diye bir korkuyu hep taşımışızdır. Biraz daha yürüyünce Dikmen Kavşağı’nda Polis Evi, Kızılay yönüne dönünce sağda Emniyet Genel Müdürlüğü ve sivri yüksek demirleri, solda Harp Okulu’nun devam eden demirleri ve beton bariyerler arasında yolu yarılamıştım. Sağa sola fazla bakamazsınız, ne olur ne olmaz!
Neyse ki tam baharı unutmak üzereyken Çankaya Belediyesinin Cemal Süreya Parkı yetişti imdadıma. Bir saatlik yolda demirlerle çevrili olmayan tek soluklanacak yer. Kaydıraklarda kayan birkaç çocuk, banklarda oturan birkaç emekliyi seyrederek, karşıda uzanan Harp Okulu ormanlığının güzelliğine daldım. Ağaçlar rengârenk açmıştı. Tel örgülü demirlerin arkasından bile mutlu ediyor insanı.
Parktan çıkar çıkmaz Meclis’in yine demirlerle çevrelenmiş muhteşem parkı sağınıza yerleşir. Her mevsim başka bir güzeldir ağaçları, sanki Meclis’teki kalitesizliğe nazire yaparcasına. Halka kapalıdır her daim. Zaten Meclis’in kendisi de halka kapalı değil mi?
Hemen solumdaki Tapu Kadastro binası, sanki memleketin sahipsizliğine gönderme yapar gibi çevresi demirsiz. Bu bile iyi geldi! Hemen ilerde yüksek demirleriyle Deniz Saha Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Meclis Kavşağından sonra, solda Genelkurmay Başkanlığı, yanında Milli Savunma Bakanlığı, sağda Jandarma Genel Komutanlığı, yanında İçişleri Bakanlığı, biraz ilerde askeri lojmanlar, Eski Başbakanlık Binası, hepsi de yüksek, sivri, uçları yaldızlı demirleriyle sıralanmışlar.
Tam bunalmıştım ki Kızılay-Güven Park’a vardım neyse ki. Ama bitmedi henüz. Önümde yürüyen gençlerin önü, polis oldukları sadece ellerindeki telsizden anlaşılan sakallı birkaç kişi tarafından kesilip kimlikleri kontrol edildi. Benim saçıma başıma bakıp istemediler. Artık insanı tipinden ayıracak kadar uzmanlaşmışlardı!
Bu yürüyüş ilk defa yordu beni ama bir kez daha inandım ki; her şeyi yasaklayabilirler ama baharın gelişini engelleyemezler!
Cemal Süreya’dan;
Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,
Bir yanlışı düzeltircesine açmış;
Gelmiş ta ağzımın kenarında
Konuşur durur.
Bir gemi bembeyaz teniyle açıklarda,
Güverteleri uçtan uca orman;
Aldım çiçeğimi şurama bastım,
Bastım ki yalnızlığımmış.
Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni. (Şİ/EA)