Dağ bayır gelinciğe kesmişti. Yeraltındakileri karbon monoksit öldürüyordu, yerüstündekileri mermi ve biber gazı. Tanrının üstüne atılmasın diye cinayetler, ‘yoksulluk kimsenin kaderi değildir’ cümlesinin tam ortasında duruyorduk.
Kül ve su basılıyordu maden ocağına. Öfkemizin kıyısından gözyaşlarımıza düşüp de boğulmamaya çalışıyorduk.
Kurmacayı aşan hayat
İçimde biriken ünlem ve soru işaretleriyle zehirlenmemek için, kağıda kaleme ve kitaplara sarılıyorum çoğu zaman. Kurgulanan kimi öykülerde abartıya kaçıldığını da peşinen kabul ediyorum. Fakat yaşadıklarımız ve bizden önce yaşananlar öylesine akıldışı karabasanlar ki, sormadan duramıyorum: Günlerin getirdiklerinden daha mı abartılı, kurmaca öykülerde anlatılanlar?
Geçmiş zaman bıkıp usanmadan kendini tekrarlarken şimdiki zamanda, yaşadığımız coğrafyadaki adamlar mı daha acımasız, yoksa romanlardaki antikahramanlar mı?
Kitap sayfalarındaki tasarlanmış karakterlerin gerçekliğe uyup uymadığını sorgulamadan önce, dünya ıssız kalmasın diye hayatın kurguladığı insan müsveddelerine bir bakar mısınız?
Hangisi daha zalimce söyler misiniz? Kağıt üstünde yaratılan şizofren katillerin cinayetleri mi, yoksa “eğer bir maniniz yoksa sizin ocağınıza geleceğim” diye Soma’ya haber gönderen ölüme çıkarılan yaldızlı davetiye mi?
Hepimiz biliyoruz ki; insanın kendisine reva görülen kötülüğe itiraz etmekten ya da unutmaktan başka çaresi yoktur. Bu sebepten işte, unuta unuta geldiğimiz bu günde üstüme vazife edinerek, taslağını yazdığım acemi öykülerimden birini anlatayım da size, içime dert olmasın. İster inanın, ister inanmayın, orası da size kalsın.
Evin yıkılsın sebep
Takvim sayfalarıyla bölmek istemem zamanı; İsa doğmadan önce de olabilir, İsa doğduktan sonra da; bereketli bir ovada çiftçilik yapan bir aile yaşardı. Tarlaları öyle verimliydi ki, ne ekseler on kat fazlasını fışkırırdı toprak. Baklayı bir pişiren bir daha pişirirdi; domatesi, yeşil soğanı, bezelyeyi, börülceyi, fasulyeyi bir yiyen bir daha yerdi. Ya ağıldaki hayvanların sütü? Ya ağaçlardaki meyveler? Bahar gelmeden açma sırasına girerdi; kekikler, papatyalar, güller, begonviller…
Üstü başı, eli ayağı, saçı nefesi yaşam kokardı buralarda yaşayan insanların. Bizden iyisi yok, diye düşünürlerdi. Bu gökyüzü, bu yeşil, bu güneş, bu su… Uzak kentlerde yapılan siyaset kimin umurunda? Seçimler sonuçlanmış mı? Kim geçmiş başa? Hem uyulması gereken yasalar varken, kimin kazandığı ne fark eder ki? Bir lokma ekmek bir hırkanın başında her şey…
İşte o günlerden birinde yoldan geçen arabanın arka koltuğunda oturan adam; “ne güzel para kazanılır bu topraklardan” diye geçirdi aklından. Yanındaki doktoru bir bardak suyla ilaçlarını uzatırken “emrinizdeyim beyefendi” dedi. Ön koltukta oturan içini çekip; “satıp savacaksın buraları, ne para eder ama” diyerek güldü. Sakalını sıvazlayarak “hep biz seçecek değiliz” diye söylendi sağında oturan, “hem düzenli içerseniz ilaçlarınızı, sizden iyisini bulacak değiller ya.”
İşte o gün sararmaya başladı bu güzelim kırsalın yeşili. Arabadakiler para döktüler, dil döktüler, dinden imandan söz ettiler, hoşa gidecek şeyler söylediler, allem ettiler, kallem ettiler ve ülkeyi yönetmek üzere seçtirdiler kendilerini. Marazlı adamı da ‘en yüksek yetkili’ ilan ettiler.
İlk başlarda her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu. Boş zamanlarında; demokrasi, haklar, inanç özgürlüğü, yaşam tarzına saygı, yurttaşlık bilinci gibi kavramları dillerinden düşürmüyorlardı. Dolu zamanlarındaysa, her işin başına kendilerine benzeyen kişileri getirerek örgütleniyorlardı. Beğenmedikleri yasaları değiştiriyor, sonra yine beğenmeyip değiştirdiklerini de değiştiriyorlardı. Bol bol kredi dağıtıyordu bankalar ve alınan paralarla standardını yükseltiyordu kimileri; kimileri de geçinebilmek için borçlanarak, borcunu ödemek için de yeniden borç alarak taksit taksit yaşıyordu.
Gün oldu, devran döndü. Varsılından yoksuluna, borçlandıkça köleleşenlerle dolup taştı memleket. Herkesin borcunun niteliği ve niceliği kendine göreydi. Yeşil karta, kömüre ve makarnaya muhtaç edilenlerin, zincirlerinden başka kaybedecek neyi olur ki demeyin sakın; yanıtı bilmek için onları tanımak gerekir.
Sonra derelerin suyunu paraya çevirdiler. Destek değil köstek oldular köylülerin üretimine. Sebzeler kuruyup para etmedi, hayvancılık karın doyurmaz oldu. Fiilen yasakladılar tarım ve hayvancılığı. Tek tek satışa çıkardılar; sağlık ve eğitim hizmetlerini, orman arazilerini ve sahilleri. Büyük kentlerdeki parklara dek ilerlettiklerinde işi, haksız elde ettikleri gücün ve paranın haddi hesabı yoktu.
Yerin üstünü satarak kazandıklarıyla yetinmediler, yerin altını da talan ettiler. Anlattığım ovada yaşayan eskinin köylüleri şimdinin işçilerine dönüşünce çaresiz, çiçek kokularıyla geçen günler kömür karasına boyandı. Daha çok ve daha ucuz üretim için; daha uzun çalışılan süre; daha hızlı sallanan kazma, daha hızlı dönen bant, daha güvencesiz kalınan işyeri, daha, daha, daha…
Dengesi bunca bozulan toprak ana, değersiz görülen insan canı, bayramdan bayrama yapılan bakım, yanan kömürler, patlatılan dinamit, ölçülmeyen karbon monoksit ve daha neler… durdurak bilmeyen para kazanma hırsı başlığı altında birleşerek işçileri öldürdüler…
Kurguladığım antikahramanın ilaçlarını içmeyi bıraktığı günlerdi o günler ve çok zamandır paraya para diyordu da insana insan demiyordu. Ölümleri proteto eden kalabalıkları şiddet kullanarak dağıttırmakla yetinmemiş, babasının katiline “katil” diyen bir gençten çıkarmıştı öfkesini. Tokat sesini benim gibi sen de duymuş olmalısın, bu satırların kıymetli okuru.
Altı üstüne gelmişti bilincinin; öfke, nefret, sevgisizlik akıyordu sesinden ve “neyse bedeli ödenir; paraysa para, korkuysa korku; ne muhteşem ikilidir para ve korku bütün çağlarda; satın alır insanın insanlığını; insanlığından vazgeçmeyenin de canını” diye düşünüyordu kurguladığım antikahramanım…
Beni bırakın, Mahmut çıkmadı, onun karısı hamile
Ben bu satırları karalarken, Soma’da olanca zalimliğiyle geçti dakikalar. Bilgisayar ekranından kendilerine gösterilen ölü adam fotoğrafları arasında; evlerinin direği kocalarını, oğullarını aradı kadınlar. Cenazesi tanınmaz haldeki işçiyi, cebinden çıkan oğlunun sünnet davetiyesinden tanıdı yakınları.
Analar, babalar, eşler, kız kardeşler, abiler keder ve umutla beklerken madenin kapısında, kurtarılanlar öyle acı cümlelerle döndüler ki yeryüzüne…
“Beni bırakın abi, Mahmut çıkmadı, onu alın, onun karısı hamile, ben bekarım" diye bağırdı kurtulanlardan birisi. “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin” diye sordu bir diğeri. Sedyede taşınan bir başkası; "Abi baretim kaybolmasın maaşımdan keserler” dedi…
Babalar tabutlara koydular oğullarını. Köylerde yanyana kazıldı mezarlar. Gözyaşları sel olup çağladı. Ölümün kederi üşüştü çocukların gözlerine. Kadınların yürekleri yangın yerine döndü…
Bölgeye gelen bakanı, onun aşçılarını taşıyan araç izledi; lokma geçmezken madenci yakınlarının boğazından. Sonrasında da başbakan geldi. “1862 yılında İngiltere’de madendeki göçükte 204 kişi ölmüştü. Fransa’da 1906’da 1099 kişi ölmüştü… Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok…” dedi.
O konuşmanın ardından toplananlar yuhalayarak istifaya çağırdılar onu. O da etrafını çeviren korumaların, polislerin ve jandarmaların arasından “bir ülkenin başbakanına yuh çekersen tokatı yersin”, dedikten sonra eylemcilere, yeşil portakal adlı markete sığındı.
Yusuf Yerkel adlı müşavir, iki güvenlikçinin yere yatırdığı madenci yakınını tekmeledikten sonra, “tekme attığı bacağı incindiği için” yedi günlük rapor aldı doktordan.
Plazanın duvarlarından damlayan kan
Acısına ve yasına saygı duyulmayanlar sokağa çıkıp yürüdüğünde; onların ödedikleri vergiyle maaşını alan devletin polisi, onların ödedikleri vergiyle satın alınan toma, biber gazı, su ve plastik mermiyle karşıladı onları. Yazdığım anlatıda değil, gerçek hayatta oldu bütün bunlar. Sahi, bir toma parasıyla 160 kişinin göçük altında 30 gün yaşayabileceği dört yaşam odası alınabiliyor muydu?
Televizyona çıkan akademisyen Orhan Kural 'Karbon monoksitten ölüm çok tatlı bir ölümdür'; İzmir Vali Yardımcısı Mustafa Harputlu “Aklını kullanan hayatını kurtardı” diye aydınlattı kamuoyunu.
Bir ton kömürü TKİ gibi 130-140 dolara değil, yüzde 15 rödovans payı dahil 23.80 dolara çıkartmakla övünenSoma Holding'in sahibi Alp Gürkan, "Üç ay sonra bu kaza meydana gelmiş olsa yaşam odası tamamlanacaktı ve bu ölümler olmayacaktı" diyerek havanda su dövdü basın toplantısında.
Soma kapatıldı dünyaya. Madenin girişlerine duvar örüldü. Dört yüz otuz iki çocuk babasız kaldı. Oturmaktan sıkılmayan sendikanın elemanları oturdukları yerde oturmayı sürdürdü.
Bunca adaletsizliğin karşısında, nutkum tutuldu benim. Buruşturup attım yazdığım taslağı.
Tasarlamış olduğum; kağıt üzerinde beş yıldız on numara olan şirkete, “denetlemeye geliyoruz” diye yollanan haberin ardından; emekçilere “haliniz nicedir” demeden ana galeride 300 metre gidip dönerek ve kağıtları inceleyerek yapılan kontrollerde; en kral otel odalarının, en kral yemeklerin ve daha kimbilir nelerin sunulduğunu; işçiler yerin metrelerce altına indikçe, İstanbul’da yerin metrelerce üstüne yükselen plazanın duvarlarından o maden işçilerinin alın teri ve kanının şıp, şıp, şıp diye damladığını yazmaktan vazgeçtim.
Mezarlıklara dadanarak “isyan etmeyin ki ölenlerin cennete gitmesini engellemeyin” mealinde yazılı sözlü öğütler verenleri fikrimden uzaklaştırmaya çalıştım.
Ondokuz yaşında ölen Muharrem Çiçek’in annesinin dediği; “cenaze toprağa verilirken ortamın adabına aykırı hareket etmemek için sustum, defnedilen cenaze oğlumun değil” sözleriyle de, kurgu konusunda hayatla rekabet etmekten elimi eteğimi çektim…
Yanıtı Soma’daki mezarlığa gömülen soruysa hep çınlıyor kulaklarımda: Bir avuç kömür için bir ömür verilir mi? (Gİ/YY)