Ben kendi adıma Sevgi Soysal'ı çok geç keşfettim. Ama ne mutlu ki bu toplantı, son dört yılda katıldığım dördüncü Sevgi Soysal buluşması. 2006'da İletişim Han'da yapılan toplantıda on kişiden azdık. 2008'de Amargi'nin yaptığı toplantı daha canlı, kalabalık ve dinamikti.
Bu yıl 12 Mart'ın yıldönümünde Cezayir toplantı salonunda daha da kalabalık, farklı kesimlerden katılımın olduğu bir anma oldu. Şimdi ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinin oditoryumu iki gün süren bir Sevgi Soysal buluşmasına tanıklık ediyor. Bu artan ilgi kendi başına çok güzel!
Yine de Sevgi Soysal'ın ölümünden "yeniden keşfine" kadar geçen yaklaşık 25 yıllık sessizliğe yakından bakmak ve sormak önemli: Nasıl oldu da bu müthiş yazar, bu olağanüstü kadın bunca yıl hafızamızın dışına düştü?
Bir cevap bence 2008'deki Amargi toplantısında Karin Karakaşlı'nın güzel konuşmasında anlattıklarında saklı: Sevgi Soysal o kadar aykırı bir ses ki bütün ezberleri bozuyor, tuttuğu aynalarla hepimizi zorluyor. Bu zorlu aynalardan biri de Sevgi Soysal'ın hiçbir "hiza"yı kabul etmeyen antimilitarizmi olabilir mi?
Sevgi Soysal'ın 1971'de sekiz ay geçirdiği Yıldırım Bölge Cezaevi'ni anlattığı Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu'nun Oya Baydar'ın önsözüyle çıkan yeni baskısını (İletişim Yayınları, 2003) 2005'ten bu yana birkaç defa okudum ve her seferinde şaşkınlık ve hayranlık duyguları arasında salınıp durdum.
Her türlü "hizaya getirilme"ye güçlü bir itiraz dillendiren, er-tutuklu, er-militan ve er-kadın olma hallerini keskin bir mizahla eleştiren bu kitabı, "antimilitarist feminist bir manifesto" olarak okumak mümkün.
Burada, kitaptan alıntılar yaparak Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu'nu neden antimilitarist feminist bir manifesto olarak okuduğumu biraz açıklamak ve bugün bu duruşun devamı nasıl geliyor, geliyor mu, sorusunu sormak istiyorum.
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, adından da anlaşılacağı gibi bir cezaevi kitabı. Üstelik 12 Mart döneminde askerler tarafından yönetilen, işkence ve tecavüzlere tanıklık eden bir cezaevinin kitabı.
Yıldırım Türker'in deyimiyle "yakıcı bir mizah"la şekillenen bu kitapta Sevgi Soysal, "yaralanmayı ve kurban olmayı reddeden bir varoluş"u dillendiriyor (Radikal, 2 Aralık 2002). Hem de ne dillendirme...Sevgi Soysal'ın çoğu zaman mizahla sivriltilmiş yakıcı eleştiri oklarından payını almayan yok.
Bu okların en görünür hedefi cezaevi yönetimi ve askerler. Sevgi Soysal'ın 12 Mart tanıklığı siyasi tutuklulara "er-tutuklu" diyerek onları askeri bir disiplinle "hizaya" sokmaya çalışanları merceğine oturtuyor:
"Hiza meselesi her bir işin başı ve de sonu. Hiza, Türk'ün buluşu olan bir 'komünistlikle mücadele' metodu. Bizim öz bağrımızdan kopmuş, titreye titreye bulunmuş, kökü dışarda olmayan bir metot. Elbet bu metot hemencecik keşfedilmedi. 12 Mart'ın ilk döneminde, askeri disiplinle hizaya sokma yöntemi tam anlamıyla uygulanmıyordu. Siyasi tutukluları er sayan kanun, demokrasi kaynağımız B.M. Meclisi'nden fışkırmamıştı henüz" (s.50) [1].
Er-tutuklu tanımı koğuşta çeşitli tartışmalara sebep oluyor. Bir yandan askerlik kanununa göre kadınlar asker olamadığı için bu tanımın kadınları kapsayamayacağı konuşuluyor, bir yandan da "Bizi er saymakla, ordu mevcuduna tutuklu sayısı kadar anarşist katmış oluyorlar. Ha ha ha!...Anarşist bölüğü sıraya geç" (s.163) diyerek işi mizaha vuruyor kadınlar.
Bir süre sonra bu "er-tutuklu"lara çavuşluk yapma görevi Sevgi Soysal'a veriliyor. "Siz hiç asker olmayanlara çavuşluk yapmak zorunda kaldınız mı?" (s.51) diye soruyor Soysal. Kendisi koğuşun sözcüsü olarak bunu yapmak durumunda kalıyor ama tabii "sözcü çavuş" konumu da direniş kanallarına kapalı bir konum değil. "Albay, herkesin hazrol durduğuna emin olduktan sonra, gönlü olmuşcasına komut veriyor: 'Rahat!' Ama kimse bozmuyor durumunu. Herkes, yine hazrol durumunda, taş gibi....Albay önümde dikilip bağırıyor: 'Rahat, dedim sözcü, rahat, dedim'. İyice sakin bir sesle cevap veriyorum albaya. 'Biz, böyle rahatız komutanım!'" (s.165).
Burada tabii müthiş bir mizah var. Hiçbir konu mizah dilinin dışına itilmiyor, tam tersine onunla keskinleşiyor. Kadınların yaşadıkları işkence deneyimi dahil...
Sevgi Soysal'ın Yıldırım Bölge anlatısının en çarpıcı özelliklerinden biri işkence ve cinsel şiddetten açık bir şekilde bahsetmiş olması ki neredeyse 40 yıl sonra bu konularda yazılmış tanıklıklar hâlâ çok sınırlı.
"İşkence bile şaka konusu oluyor. Evet, işkence bile. Onlara ad takıyoruz. İşkenceden gelenlere. Devos. Kızlara edilen küfürlerin en incesi "orospu", geçtikleri muamele de malum, hop isim hazır: Dev-os: Devrimci Orospular Örgütü. Bunca aşağılanma, horlanmanın ardından da olsa şaka gerekli. Gerilen sinirlerin gevşemesi, gülmek gerekli." (s.96). Tabii gülebilmenin de sınırları var. Semra'nın yaşadıkları mizaha vurulamayacak kadar ağır: "Semra'nın durumu daha da kötü. Elektrikten-copa. Kadınlık organlarına yapılan işkenceler, ciddi aksamalar bıraktı vücudunda. Uzun bir süredir âdet görmüyor, çektiği sancılar da cabası." (s.172)
Askeri yönetim ve işkenceye dair bunlara benzer çok sayıda örnek var kitapta. Soysal, bir yandan yaşanan şiddeti görünür kılıyor, diğer yandan da kadınların bununla nasıl mücadele ettiklerini aktarıyor.
Solcu bir tutuklu olarak Sevgi Soysal'ın "er tutuklu" pozisyonuna, cezaevindeki askeri disiplin uygulamalarına karşı eleştirel bir konum alması ve bunu dile getirmesi çok şaşırtıcı gelmeyebilir. Fakat onun eleştirileri orada kalmıyor. "Er-tutuklu" konumunu reddederken ve hapishanede yaşanan şiddetin kaydını düşerken, Sevgi Soysal aynı zamanda sol hareketin kendisini de eleştiri süzgecinden geçirmeyi ihmal etmiyor. Ölümün yüceltilmesini ve eleştirel düşüncenin yerini kör inançların almasını kıyasıya sorguluyor:
"Bizim koğuşta da 'ölüleri olanlar' ve 'ölüleri olmayanlar' havası esmeye başladı. Birinciler, farkında olmadan da olsa bu ayrıcalığın havasını basıyorlar." (s.143) Oysa, Sevgi Soysal'a göre, "ölülerden sık sık tafrayla söz edilmesi, ölümün bir üstünlük ideolojisine dönüştürülmesine yol açabilir." (s.146). Kitabın sonlarına doğru bu itirazını daha da net dillendiriyor: "daha fazla sopa yemek, daha fazla eziyet ve işkence görmek değil mesele. Acısını çoğaltarak inancını bileyen Hıristiyanlar değiliz biz." (s.215).
Sevgi Soysal, ölümün yüceltildiği bu militarist siyasal kültürü, aynı zamanda kadınları eleştirel düşünceden ne kadar uzaklaştırdığı için de eleştiriyor. Eleştirel düşünceden uzaklaşma tehlikesini, her sabah kalktığında daktiloya çekilmiş aynı metni okuyan Sema üzerinden ifade ediyor:
" Sema'ya takılıyorum:
- Babaannem de her sabah senin gibi Kur'an okurdu.
- Leninizmin ilkelerini okuyorum ben.
- İyi ya şimdiye ezberlemişsindir.
Sema kızmıyor, alçakgönüllü tavrıyla cevap veriyor:
- Temel bilgileri tekrarlamanın faydası vardır.
- Benim itirazım temel bilgilere değil, tekrara. Hayata çevrilmeyen tekrarın insan düşüncesinde durağanlığa yol açtığına inanırım." (s.193).
Sevgi Soysal sol örgütlerdeki erkek egemenliğiyle olan derdini de çok net dillendiriyor:
"Havalandırmalarda toplu jimnastik yapmak düşüncesi, 'Şafak' grubunda benimseniyor. Avluda büyük bir daire yapıp birlikte jimnastik yapıyorlar....'Şafakçılar' jimnastik yaparken Gülay bozuluyor. 'Yahu kardeşim, böyle serserilik olur mu, erlerin karşısında, bizim halk böyle şeylere bozulur...' Nina, Gülay'ın bu görüşünde feodal moral kalıntılar buluyor. Şafakçılar da jimnastiği sürdüremiyorlar. Yıldırım Bölge'deki erkek tutuklular da bozulmuş jimnastik işine. 'Kızlar jimnastik mimnastik yapmasın', diye haber iletmişler. Ben de en çok buna bozuluyorum. 'Yahu, erkek tayfasının buyurduğuna uyup durmasanıza, sizin kendi kafanız yok mu?' Tabii bu görüşlerim 'feminist' bulunuyor." (s.192)
Kısacası, Sevgi Soysal "er tutuklu" olmanın yanı sıra, "er militan" ve "er kadın" olma halleriyle de sürekli uğraşıyor kitap boyunca.
Yıldırım Türker, Sevgi Soysal için "Ben de kendimi hayatımızın baharında kısacık bir süre ışıyıp serüveniyle gözlerimizi kamaştırmış bu benzersiz kadının birçok mirasçısından biri olarak görüyorum" diye yazmış.
Bunu okuyunca kendime sordum: Acaba Sevgi Soysal'ın feminist mirasçıları var mı? Daha doğrusu kendisini onun feminist mirasçıları olarak görenler var mı? Bugün biraz geç de olsa onun mirası üzerinden ve bizde bıraktığı iz üzerinden konuşabiliyor olmamız çok güzel.
Son zamanlarda bu mirasın en güçlü taşıyıcıları kadın vicdani retçiler diye düşünüyorum. Vicdani ret konumunun kendisi zaten her türlü ezberi bozuyor ama kadının vicdani reddi iyice bozuyor.
Çünkü "kadınlar askerlik gibi bir zorunluluğa sahip değilken buna karşı çıkmak ne demek?" sorusu geliyor gündeme.
Kadın vicdani retçiler bize şunu söylüyorlar: Militarizm yalnızca askerlik ve orduyla ilgili bir şey değil. Militarizm, içinde yaşadığımız bir sistem, bir zihniyet. Bu sistemin yeniden üretilmesinde ve normalleşmesinde kadınların da önemli bir rolü var. Ve biz bu rolü oynamayı reddediyoruz.
Nedir bu roller? Her Türk'ün asker doğduğu ordu-millet mitosunda kadınlara nasıl roller biçiliyor? En net roller itaatkar eş, fedakar anne, ve gerektiğinde savaşçı kadın rolleri.
İtaatkar eş beklentisini askerlik üzerinden açan en güzel örnek 1933 yılında Ülkü dergisinde yayımlanmış bir hikâye. Bu hikâyede Hüsmen, bir genç erkek, askerliğinin son gününü yaşıyor ve bu son günde tatlı tatlı rüyalara dalıyor:
"Köyüne gidip de düğünü olduktan sonra Kezban'ına askerde gördüklerini bir bir anlatacak, Karısına bunları birden bire anlatınca Kezban, Hüsmen'in bildiklerine parmak ısırıp kalacak, karısının bu bilgiye hayreti Hüsmen'in gururunu okşayacak, koltuklarını kabartacaktı. Hele Kezban'a künyesini belli etmek ilk işi olacaktı. 'Kezban!' diye ismini çağırdıkça karısı asker gibi koşarak Hüsmen'in karşısına dikilecek ve resmi selamı aldıktan sonra 'Ali kızı Kezban, 329, Poturlar, emret efendim!' diye Hüsmen'den emir bekleyecekti." [2]
Sevgi Soysal'ın anlattığı "hiza meselesi"ne - mizah olarak yazılmamış - çarpıcı bir örnek teşkil eden bu hikâye müthiş bir erkeklik fantezisi aktarıyor ve erkeklere şu mesajı veriyor: Bütün askerliğiniz boyunca er olmuş, dayak yemiş, emir almış, hizaya girmiş olabilirsiniz ama her birinize evinize gittiğiniz zaman komutan olma pozisyonu garanti. Dolayısıyla bütün kadınlara da 'Kezban' olma rolü, kocalarının karşısında er-kadın olma rolü verilmiş oluyor. (Bugün artan kadına yönelik şiddetin arkasında artık hizaya girmeyi reddeden kadınların direnişi var!)
Kadınlardan itaatkar eş olmanın ötesinde fedakar anne olmaları da bekleniyor. Küçük yaşımızdan itibaren söylemeye başlıyoruz: "Küçük Ayşe, küçük Ayşe ne yapıyorsun bana söyle?" Karşımızda da küçük askerler var. Küçük askerler tüfekleriyle rap rap rap yürüyorlar, küçük Ayşe'ler de bebeklerine bakıyor. Dolayısıyla sadece "er kadın" olup emir almamız değil, aynı zamanda fedakâr anneler olmamız da bekleniyor. Bu kutsal anne rolünün de en uç, en kutsallaşmış noktası ise "şehit anneliği."
Üçüncü bir rol daha var parçası olduğumuz bu ordu-millet mitosunda kadınlara biçilen. Ona da 'Sabiha Gökçen' olma hali diyebiliriz.
"Küçük Ayşe" ve "Kezban" olmak tüm kadınlardan istisnasız olarak beklenirken, istisnai durumlarda bazı kadınlardan savaşçı olmaları bekleniyor.
Sabiha Gökçen burada ana referansımızı oluşturuyor: 1937-1938'de Dersim'in bombalanmasına katılan Sabiha Gökçen dünyanın ilk kadın savaş pilotu. Yani bomba atan, savaşa doğrudan katılan ilk kadın pilot Sabiha Gökçen.
Yakın zamana kadar Sabiha Gökçen'i dünyanın ilk kadın savaş pilotu yapan Dersim harekatı bir tabuydu, üzerinde konuşulamıyordu. Dersim harekatını yeni yeni anlamaya, tartışmaya başladık ama Sabiha Gökçen'in temsil ettiği askerileşmiş kadınlık ve vatandaşlık hala yeterince tartışılamıyor.
Efsaneleşmiş savaşçı kadın imgesi yalnız Sabiha Gökçen'le ifade bulmuyor. 1937'de Dersim harekatına katılan Sabiha Gökçen dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak tarihe yazılırken, Türkiye'deki ilk intihar bombacısı Zeynep Kınacı da (kodadıyla Zilan) 1990'ların başında Dersim'de kendisini patlatarak başka bir mücadelenin efsanevi "şehidi"ne dönüşüyor.
Dolayısıyla, savaşçı kadın rolü, sadece egemen militarizm üzerinden değil, muhalif hareketler üzerinden de filizleniyor, siyaset ve mücadele anlayışımızı biçimlendirmeye, askerileştirmeye devam ediyor.
Sevgi Soysal ve kadın vicdani retçiler bizi zor bazı sorularla başbaşa bırakıyorlar: Eğer militarizm askeri değerlerin, yargıların, bakış açısının, Sevgi Soysal'ın deyişiyle "hizaya gelme" halinin, hayatımıza yayılması ve bizi her alanda "er" konumuna sokmasıysa bunun tek sorumlusu ordu veya devlet mi?
Ev hayatımızda, kadınlararası ve kadın-erkek ilişkilerinde, parçası olduğumuz siyasal örgütlenmelerde ne tür "hiza" pratikleri var?
Onlarla nasıl mücadele ediyoruz? Ya da edebiliyor muyuz? Antimilitarist bir duruş - Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu'nda dillendiği gibi - bunların her biriyle mücadele etmeyi, her birinin adını koymayı ve her türlü "hiza"ya karşı gelmeyi, direnmeyi içeriyor.
Sevgi Soysal'ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu kitabını tam da bu yüzden antimilitarist feminist bir manifesto olarak okumak mümkün. Bu özelliğiyle kitap, yazıldığında ne kadar ezber bozmuşsa, bugün de o kadar ezber bozuyor.
Önemli bir farkla: Artık bu ezberi Sevgi Soysal'la birlikte bozmaya soyunmuş - kadın vicdani retçiler gibi - pek çok kadın (ve erkek) var.
Hayatlarımızdaki "hazrol, hiza" durumlarına bakarken Sevgi Soysal'ın keskin mizahından, taze dilinden ve istisna tanımayan "hizaya gelmeme" kararlılığından öğreneceğimiz çok şey var:
"Düşüncemize, yüreğimize uzanamayan zulüm görüntüyle uğraşıyor boyuna. Bizi ikide bir hazırol durdurmak bunun bir parçası. Sayımlarda 'Hazırol, hiza!', havalandırmada 'Hazırol, hiza!', para almaya giderken 'Hazırol, hiza!', doktora giderken 'Hazırol, hiza!', mahkemeye giderken 'Hazırol, hiza!', hamama giderken 'Hazırol, hiza!'; ama ölçüsü kaçan her şey gibi bu hazırollar üzerimizdeki etkisini yitirdi. Yüreğimizi ve düşüncemizi kim hizaya sokabilir? Kim hazırolda durdurabilir? Önemli olan da bu." (s.206)
* Ayşe Gül Altınay'ın yazısı Mimar Sinan Üniversitesi'nde 29 Aralık 2011'de düzenlenen Sevgi Soysal Sempozyumu'nda yaptığı ''Bir Antimilitarist Feminist Manifesto Olarak Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu'' başlıklı sunumunun metnidir.
[1] Tüm alıntılar kitabın 2003 baskısından yapılmıştır: Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.
[2] Celal Sıtkı, "Askerlikten Dönüş" (1933) 1(3) Ülkü, 250-54, s.250-51.