Bir keresinde ‘bankamatik memuru’ oldum. Yurtdışı görevden dönmüştüm ama hemen benim durumuma uygun bir kadro bulamadılar ya da benimle ne yapacaklarını bilemediler, tam emin değilim, “Aygün Hanım yoğun bir görevden döndünüz, biraz dinlenin evde” dediler kibarca. Ben evde dinlenen biri değilim ki, attım kendimi sokaklara. “Ulus sevdası” tam olarak bu dönem başladı. Handiyse her sabah işe gider gibi Ulus’a gittim o sıra. Benimki de böyle bir huy işte!
Ara sokaklara dalıyorum, iş hanlarını dolaşıyorum. Cumhuriyet dönemi Ankara’sının en popüler caddesi olan Anafartalar Caddesinde bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyorum. Baktım böyle şuursuzca dolaşmakla olmuyor, kent tarihi okumaya başladım kıyın kıyın. Yüksek lisanstayken “gündelik hayat tarihi” dersi almıştım, o zamandan beri içinden hayat geçen, içinden öykü geçen tarihe meftunum. Fırsat buldukça kitap dışındaki kaynaklara da ulaşmaya çalışıyorum; örneğin Cin Ali Vakfı’nda Turan Tanyer’in anlatımıyla “26 Nisan 1935, Bir Günün Hikâyesi” gibi söyleşilere, İrfan Akalp ile “Ulus-Yahudi Mahallesi Gezisi” gibi etkinliklere katılıyorum falan. Ulus’tan gözümü ve ayağımı kesemiyorum işin özeti.
Bu gezilerden ve okumalardan birinde haberim oldu cinayetten. En kıytırık filmleri izlerken bile “based on a true story” (Gerçek bir olaya dayanır) ibaresini gördüğüm anda ilgim kırk kat artar benim. O yüzden tarihimizin en meşhur cinayetlerinden “Ankara Cinayeti” üzerine elime ne geçerse okumaya başladım ivedilikle. Cinayet, dönemin en lüks apartmanlarından biri olan Anafartalar Caddesi 68 numaralı Himaye-i Etfal (şimdiki adıyla Çocuk Esirgeme Kurumu) apartmanında işleniyor. Bu apartmanın önündeki ağaca sırtımı dayayıp uzun uzun binayı incelemişliğim, cinayet gününü zihnimde canlandırmışlığım çoktur.
Malumunuz zaten polisiye sever bir insanım, hele ki rivayete göre Agatha Christie’nin hakkında bilgi topladığı, “işte gerçek ve canlı bir polisiye romanı” dediği bir cinayete kayıtsız kalmam takdir edersiniz ki gayrimümkün. Ancak maalesef cinayet hakkında çok da kaynak yok. 1950 yılı, Cumhuriyet Matbaası basımı, Ferdi Öner ve Mehmet Ali Yalçın’ın hazırladığı “Ankara Cinayeti-Tandoğan Hadisesi- Taksim Faciası” isimli 26 sayfalık bir yayın var. Bir de Ankara’da Bilgi Yayınevi’nden 2003 tarihinde çıkan İhsan Tombuş’un yazdığı 230 sayfalık “Ankara Cinayeti” isimli belgesel roman. Konuya ilgi duyarsanız artık basımı olmayan bu belgesel romanı sahaflardan bulup okumanızı tavsiye ederim.
Reşit Mercan’ın ve Haşmet Orbay’ın, yani bu roman çerçevesinde aktaracağım cinayetin sanıklarının, Robert Kolej’den arkadaşı İhsan Tombuş, cinayet işlendiği sırada İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisi. Sanıklarla arkadaşlığının yanı sıra incecik detaylar, tüm duruşmalara ilişkin önemli ifadeler, hatta fotoğraflarla bezediği bu romanın bir hukukçunun elinden çıkmasını da çok önemli buluyorum.
Buyrun Cumhuriyet tarihimizin en karışık, en ilginç, en muamma dolu cinayet davasına;
Cinayet gününe geçmeden ülkenin içinde bulunduğu durumdan kısaca söz etmekte fayda var. 2 Eylül 1945 tarihinde biten İkinci Dünya Savaşı’nın üzerinden iki ay bile geçmemiş henüz. Hem dünya hem Türkiye savaşın ruh halinden çıkamamış. Henüz çok partili döneme geçilmemiş. Kısacası memleket çok karışık (ülkenin durgun bir dönemini bulabilene aşk olsun zaten!). İç siyasette de dış siyasette de toz dumana karışmış; bir yanda Sovyet Rusya’sı Boğazlarda üs ile Kars ve Ardahan’ı istiyor, diğer yanda Demokrat Parti ile çok partili demokratik rejime geçiş sancıları…
Cinayet davasının iki sanığından da kısaca söz edeyim; Haşmet Orbay, dönemin Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu, aynı zamanda Enver Paşa’nın yeğeni. Bohem bir hayat sürüyor, annesinin onu güçlü ve prestijli bir aileden gelen biriyle evlendirme hayallerini boşa çıkarıp Kızılay’da Selanik Caddesi’nde bir dairede yaşıyor.
Haşmet Orbay’ın kolejden arkadaşı olan Reşit Mercan er olarak askere alındığında tesadüfen Haşmet Orbay ile karşılaşıyor. Haşmet bu karşılaşmadan sonra arkadaşına yardım ediyor, Reşit artık Sarıkışla’da yat-kalk talimi yapmıyor, Milli Savunma Bakanlığı’nda tercüman olarak çalışmaya başlıyor.
İki arkadaş aynı evde kalmaya başlıyorlar. Evlerinde sık sık danslı toplantılar yapılıyor. Bir danslı toplantıda Muzaffer adında bir delikanlı (dava süresince sık sık adı geçecek ama ne iş yaptığı hiçbir zaman tam olarak aydınlanamayacak biri) Haşmet’i Müşerref isimli bir kızla tanıştırıyor ve ailesinin vetosuna rağmen Haşmet ile Müşerref (arkadaşları ona ‘Şeri’ diyor) nişanlanıyorlar. Haşmet, zaman içinde meşhur Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın Özel Kalemi oluyor.
16 Ekim 1945 günü saat 19:00’da spor ceket giymiş gözlüklü bir genç Himaye-i Etfal Apartmanı’na girip üçüncü kata çıkıyor, üzerinde “Dr. Neşet Naci Arzan” yazılı 5 numaralı dairenin zilini çalıyor. Cinayet günü muayenede olan insanlar, doktorun hizmetçisi Sultan, katil içeri girdiğinde doktorla odada oturmakta olan Yargıtay Ticaret Odası üyesi Faiz Yörükoğlu ve Maliye Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü’nden Celadet Conk.
Neşet Naci Bey’in hastayı odasına almasından on dakika sonra büyük bir gürültü kopuyor, önde odadan can havliyle kaçan doktor, arkada elinde silahıyla onu takip eden hasta ile muayenehanede arbede yaşanıyor. Faiz Bey ile Celadet Bey korku içinde kaçarken hizmetçi Sultan hastanın önüne geçip sözleriyle onu durdurmaya çalışıyor. Hasta tetiği çekiyor ama tabanca ateş almayınca yeni bir şarjör sürüp doktora yetişiyor ve yedi el ateş ediyor. Doktor oracıkta ölüyor.
Cinayet akşam işlendiği için haber ertesi günün baskısına yetişemiyor ama Arnavut asıllı Dr. Neşet Naci Arzan’ın cinayet haberini 18 Ekim günü tüm gazeteler birinci sayfadan veriyor. En önemli haber ise katilin Reşit Mercan isimli bir genç olduğu ve kendiliğinden Anafartalar Karakolu’na teslim olduğu oluyor.
Ankara Savcılığı rekor denilecek bir hızla, cinayetin işlenmesinden sadece 22 saat sonra, Reşit Mercan’ı Dr. Neşet Naci Arzan’ı taammüden öldürmekten TCK’nın 450. Maddesi uyarınca ‘idam’ istemiyle Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk ediyor. Haşmet Orbay ilk etapta davada sadece tanık olarak dinleniyor. Haşmet’in ifadesinden sonra diğer görgü tanıkları olarak hizmetçi Sultan, kapıcı İzzet ve Celadet Conk dinleniyor ama ne hikmettir ki hiçbirine “Orada gördüğünüz katil şu an burada bulunan Reşit Mercan mı?” diye sorulmuyor, katili teşhis etmeleri istenmiyor.
Anafartalar Karakolu’na elinde bir tabanca ile teslim olan Reşit Mercan başta kendisinin verem olduğunu, doktoru, kendisini sanatoryuma yatırmayı reddettiği için öldürdüğünü söylüyor ama duruşmalar ilerledikçe farklı ifadeler ileri sürüyor. Haşmet Orbay ilk ifadesinde Reşit Mercan’ın bazı zenginlerden tehdit ile para alma planının olduğunu, paranın da bir kısmını kendine vermeyi teklif ettiğini, kendisinin de bu teklifi kabul ederek İtfaiye Meydanı’ndan cinayet silahını satın aldığını itiraf ediyor ama bu cinayetten haberi olmadığını söylüyor. Zaten herkesin ifadesini sürekli değiştirmesinden zihni bulanıyor insanın. İkinci duruşma sonrasında Haşmet Orbay polisi yanlış yola sevketmek, katile tabanca temin etmek gibi nedenlerle tutuklanıyor. Haşmet Orbay’ın da tutuklanması ve iki davanın birleştirilmesi halkın ilgisini daha da arttırıyor.
Halk mahkeme boyunca Adliye binasını ve hatta tüm sokakları dolduruyor. Dava boyunca Anafartalar ve Denizciler caddesinde mahşer kalabalığı oluyor. İzdiham o kadar büyük ki değil otomobil, Adliye Binasının önünden yaya geçemiyor.
24 Ekim günü yapılan duruşmada mahkeme heyeti aynı kalsa da iddia makamına Ankara Savcısı Kemal Bora geliyor. Bu isim ve İkinci Şube Müdürü Naci Uluer davanın seyrinde önemli isimler. Tam da bu noktadan sonra dava inanılmaz bir kaosa doğru bodoslama ilerliyor.
18 Kasım günü Ankara Ağır Ceza Mahkemesinde görülen uzun duruşma sonucunda Reşit Mercan’ın 20 yıl ağır hapsine, Haşmet Orbay’ın da 1 yıl hapsine karar veriliyor.
Halk “arkası kuvvetli” olduğu için Haşmet’in az ceza aldığına inanıyor, dava Ankara’nın göbeğine öyle oturuyor ki artık kentte Sovyet Rusya ile dostluk anlaşmasının bozulması, Rusların Boğazlarda üs istemesi, Kars ve Ardahan’ı topraklarına katma talebi bile bu dava kadar konuşulmuyor. Herkes Yargıtay’ın bu karara ne diyeceğini tartışıyor, herkes hukukçu kesiliyor. Çok geçmiyor, bir buçuk ay sonra Yargıtay, olay yerinde keşif yapılmaması, davayı aydınlatabilecek bazı isimlerin tanık olarak dinlenmemesi, Haşmet Orbay’ın Reşit’e silah sağlamak, onu evinde saklamak suretiyle yardım ettiğini itiraf etmesine rağmen kendisinin cinayete yardım etmek suçundan cezalandırılmaması gibi önemli sebepler nedeniyle bu kararı bozuyor. Yargıtay Başsavcısı Fahrettin Karaoğlan’ın uzun ve efsanevi “temyiz layihası” sonucu “Ankara Ağır Ceza Mahkemesi halkın güvenini yitirdiğinden bu davaya başka bir mahkemenin bakması” kararı çıkıyor.
Yargıtay Başsavcısının tutanaklara geçen konuşmasını ilk okuduğumda gözlerim dolmuştu inanın. Buram buram Cumhuriyet ülküsü kokan konuşmalar bunlar. Haşmet Orbay’ın suça iştirak etmiş olduğu ve davanın Ankara Ağır Ceza Mahkemesinden alınarak Bolu’ya nakledilmesi konusunda Başsavcı Fahrettin Karaoğlan olağanüstü bir çaba sarfediyor ve bu çaba sonucu 1946 yılı Ocak ayında, sanıklar Bolu Cezaevine, dava dosyası da davaya yeniden başlanılması için Bolu Ağır Ceza Mahkemesine gönderiliyor.
Gelin görün ki, 18 Haziran 1946 günü Ankara cinayeti davasının seyrini değiştiren, ısrarlı çabalarıyla davanın Bolu Ağır Ceza Mahkemesi’ne naklini sağlayan cesur hukuk insanı Yargıtay Başsavcısı Fahrettin Karaoğlan gittiği bir yemek sonrası aniden ölüyor. Bunun normal bir ölüm olmadığına ilişkin halk arasında endişe ve dedikodular artıyor.
Dava Bolu’da görülürken, 5 Haziran 1946’da yapılan duruşmada; Reşit “hakikatin ortaya çıkması için Ankara Valisi dinlenmeli” diyor. 8 Temmuz’da dava için (Ankara Birinci Asliye Ceza Mahkemesinde) Ankara Valisi Nevzat Tandoğan dinleniyor. Vali, Atatürk’ten sonra o dönemin Ankara’sının en kudretli insanı. Halk onu görmek için yolları kapatıyor. Tandoğan çok üzgün görünüyor, tanık olarak bile olsa mahkeme karşısında ayakta sorguya çekilmekten son derece huzursuz ve gergin. Vali bu duruşmadan bir gün sonra 9 Temmuz sabahı evinde tabancasıyla intihar ediyor.
İntihar mı cinayet mi olduğu hâlâ bilinmiyor işin aslı. Cenaze defnedilmeden bir otopsi yapılmıyor, kurşun çıkarılarak balistik muayenesine gerek görülmüyor, tabancanın kime ait olduğu ve parmak izleri tetkik edilmiyor. Ayrıca soruşturmayı yöneten kişinin Ankara Cinayeti davası sırasında delilleri kararttığı iddia edilen, vazifesini tam yapmadığı Bolu Ağır Ceza mahkemesi tarafından tespit edilerek hakkında Adalet Bakanlığı’na ihbarda bulunulan Ankara Savcısı Kemal Bora olması şüpheleri daha da arttırıyor.
Dava ilerlerken seçim zamanı gelip çatıyor. Memlekette ilk defa birden fazla partinin katılımıyla genel bir seçim yapılacak. Partiler adaylarını ilan etmişler ve siyasi hava çok gergin. Yeni kurulan Demokrat Parti hızla büyüyor. Bir iktidar değişikliği ihtimaline karşı herkes tetikte. Mahkeme bu ortam içinde duruşmayı 7 Ağustos 1946 tarihine yani seçim sonrasına erteliyor. Açık oy- gizli tasnif usulüne göre yapılan seçimi CHP büyük bir çoğunlukla kazanıyor. Seçim heyecanı tavsayınca Bolu’daki dava yine ön plana çıkmaya başlıyor.
Ankara Cinayeti’nin Bolu’da görülen son duruşmalarında tanık ifadeleri ile Haşmet’in bu suçu işlediği ağırlık kazanıyor ve dava “aydınlanıyor”. Cinayeti işleyenin kim olduğu sorusu tanık ifadeleri ile bir sonuca erse de faile ne ceza verileceği ve cinayetin sebebinin ne olduğu sorularının aydınlanması için Kasım ayı bekleniyor. Kasım’da açıklanan karara göre, temyizi kâbil olmak üzere, Haşmet Orbay idama, Reşit Mercan da 10 yıl hapsine karar veriliyor.
Enver Paşa’nın yeğeni, Türkiye Genelkurmay Başkanı’nın oğlu için idam istenmesi… Bu ülkede böylesine kudretli bir ismin idama mahkum edilmesi hakimlerin o dönemdeki güçlerini ve nüfusunu göstermesi açısından inanılmaz bir durum bence. Adaletin bu zaferini Türk Halkına bütün gazeteler birinci sayfadan manşetlerle duyuruyorlar.
Davanın son ayağı, Yargıtay’da 22 Mayıs 1947 günü başlıyor. Ankara Cinayeti davasının 26. ve son duruşması Bolu Ağır Ceza Mahkemesi’nde 12 Temmuz 1948 tarihinde yapılıyor ve Mahkeme kararı şu şekilde açıklıyor; temyizi kâbil olmak üzere Haşmet Orbay 18 sene ve Reşit Mercan ise 9 sene ağır hapis cezasına çarptırılıyor.
Türkiye tarihinin en esrarengiz, en karışık davası olan Ankara davası 3 yıla yakın sürüyor. Aynı gün içinde yapılan birden fazla oturum sayılmazsa, Ankara’da 5, Bolu’da 26 olmak üzere 31 duruşma yapılıyor. 150’den fazla tanık dinleniyor, dava doyasının ağırlığı 100 kiloyu geçiyor.
Cinayet nedeni hâlâ belli değil. Bir polis romanına dönüşen Ankara Cinayeti’nin ardından cürüm aleti olarak elde edilen tabanca ile cesetten çıkarılan mermilerin balistik muayenesinin neden yapılmadığı hâlâ büyük bir muamma.
Cinayet hiçbir zaman bildiğimiz anlamda aydınlatılamıyor aslında. Onlarca söylenti eşlik ediyor bu muazzam davaya. Tandoğan’ın Ankara Cinayetinin sebebini bilmesi nedeniyle öldürüldüğü dedikoduları var örneğin. Öldürülen doktor Neşet Naci’nin Sovyet Büyükelçiliği’nin doktoru olması sebebiyle KGB’nin veya bu olaya ilişkin bazı sırların ortaya dökülmesini istemeyen o zamanki adı ‘MAH’ olan MİT’in karışmış olabileceği konuşuluyor.
Tombuş’un belgesel romanı birinci sınıf bir film noir havası taşıyor. Cumhuriyet tarihinin en enteresan cinayetine ilişkin sürekli değişen ifadeler, katili gördükleri halde teşhis etmeye yanaşmayan tanıklar, oğullarını kurtarmaya ant içmiş Kamuran Hanım ve Mediha Hanım’ın dava boyunca gösterdiği mücadele, gizli komisyon toplantısını mahkeme salonunun tavanındaki bir budak deliğinden gizlice izleyip gazetesine haber yetiştiren muhabirler, ülkede basın hürriyetinin yerleşmesi için insanüstü gayret gösteren muhabirler, yandaş ve muhalif basının tepkileri, önce nişanlısı Haşmet aleyhinde tanıklık yapan, fakat sonradan kendisini gelini olarak hiçbir zaman görmemiş olan Mediha Hanım’la güçlerini birleştiren güzel Müşerref, erdemli hukuk insanları ve onları engellemeye çalışan kanunsuzlar ve daha niceleri. Üzerinden geçen 75 yılı aşkın zaman rağmen halen cevabı alınamayan sorularla dolu bu cinayet. (İlgilisi için birkaç yazı iliştirivereyim şuracığa; “Vali İntihar Etmedi” , “Gizemli Ankara Cinayeti”, “Ankara Cinayeti, Tandoğan Hadisesi…” ,“10 Maddede Ankara Cinayeti” )
Ne zaman şehir dışından bir konuğum gelse, kolundan kaptığım gibi Ulus’a götürüyorum gezdirmeye. Memnun kalmayana rastlamadım henüz. Ankara’da yaşıyorsanız bir hafta sonunuzu ayırın Ulus’a. Benden söylemesi. (AA/AS)