Taksim gezi parkı eylemleri ikinci haftasına girdi. Bu süreç, politize etti, yeni bir kuşağın siyasal bir pozisyon almasını sağladı. Eylemlerin nereye gideceğinden bağımsız olarak, bu durumun bizzat kendisi olumludur. Çünkü kitleselleşmiş toplumsal hareket, yarattığı sinerjiyle zamanın ruhuna, yani çağın düşünce ve duygu biçimine katkı sağlar. Bu tarz toplumsal olaylar, toplumlarda bir yandan yeni bir dil ve kültürün oluşumuna katkı sağlar, diğer yandan bu sürecin içindeki veya bu sürece ucundan veya köşesinden dokunan kesimlerin kendi içindeki çelişkilerin gözden geçirilmesine neden olur. Örneğin özellikle batıda 1968 ve sonrasında yaşananlar, siyasal bir devrimin önünü açmamış olsa da, sosyal bir devinime kapı aralamıştır.
60’lı yıllar öncesi ABD’sindeki işveren-işçi, birey-aile, birey-devlet, kadın-erkek, heteroseksüel-homoseksüel, insan-doğa arasındaki ilişki ve çelişkiler kademe kademe köklü bir değişiklik yaşamıştır. Bugün dahi birçok ülkedeki siyasi yelpazenin özgün renkleri, bu sosyal devinimin tezahürüdür. Dahası bu tarz karşı çıkışlar, ülkedeki tüm siyasi öznelerin de programlarını ve hassasiyetlerini canlandırır, siyasi kodlarını güncelleştirir. Mesela Almanya’da Yeşiller hareketinin ortaya çıkışı, tüm siyasi partilerin ister istemez çevre siyaseti üzerine bir konum almasını ve söz söylemesini zorunlu kılmıştır. Yine son dönemde Almanya’da Korsan Partisi’nin yükselişi, tüm siyasi partilerin programlarını internet özgürlükleri temelinde güncellemesine neden olmuştur.
Bu bakımdan Türkiye’deki birlik içinde çeşitlilik temelinde görünür olan #direngeziparki olayı, tüm toz duman ortadan kalktıktan sonra, geriye İslamofobik veya homofobik algıda açılan bir gedik, basın ve internet özgürlükleri konusunda yaygın bir tartışma, çevre politikaları konusunda ilgi, Kürt sorununa ilişkin bir empati ve totalitarizm potansiyeline karşı sivil özgürlükler lehine bir hassasiyet bırakabilir.
İşte tam da bu nedenle, demokratik toplum düzeninin en önemli bileşenlerinden olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı sıradan bir hak sayılamaz. Bu tarz eylemler sıradan bir hak kullanımın ötesinde de etkilere neden olur. Cinsiyetçi erkekler, kamu gücüyle karşı karşıya kaldıklarında kadınların cesur tutumlarını gördüklerinde algılarında kırılma yaşarlar. Milliyetçi Türkler, yıllarca TV’den izleyip lanet yağdırdıkları Kürtleri anlamaya başlarlar. İslamofobik endişeliler, mütedeyyinlerin bir öcü olmadığını kavrarlar. Mütedeyyinler, endişelilerin topyekûn darbeci olmadığını anlarlar. Bu, toplumda yatay biçimde bir dönüşüme kapı aralar.
Siyasal Klişe Episode 1: Bir temcit pilavı olarak sandık demokrasisi
Eylemler, siyasal iklimde farklılıklara kapı aralayacak olsa da, geçtiğimiz bir haftaya bakıldığında geleneksel devlet söyleminin klişelerden ibaret bir olduğu görülüyor. Gerçi gezi parkı eylemleriyle beraber yine yeniden, hep beraber demokrasi kavramı üzerine tartışıyoruz. Bu tartışmada paradoksal biçimde, hem gezi parkı eylemlerine katılanlar, hem de siyasi iktidar, sürekli olarak demokrasiye atıf yapıyor. Ancak gezi parkı eyleminin bileşenlerinin, (sevabıyla-günahıyla) demokrasiye gönderme yapma biçimlerinin çeşitliliğinin aksine, hükümet yetkililerinin demokrasi kavramına biçtiği anlam, daha statik ve homojen bir görüntü çiziyor. Özellikle son bir haftadır bu görüntü, demokrasiyi sandık kavramına indirgemekle malul. Daha trajik olanı ise bunun en ufak bir tereddüt taşımadan, büyük bir özgüvenle savunuluyor olmasıdır. Oysa unutmayalım ki demokrasi salt sandık değildir. Artık hepimizin ezberlediği üzere demokrasi, halkın yönetimidir. Bu noktada bilinçli veya bilinçsiz sık yapılan yanlış, bunu “çoğunluğun yönetimi” şeklinde kavranmasıdır. Bu kavrayış en az iki nedenle yanlıştır:
Birincisi demokrasi, halkın bir kısmının diğer kısmını yönetimi değil, halkın tamamının yönetimidir. Evet, seçimler, karar alma sürecinde belli bir çoğunluğun isteklerinin niceliksel toplamına işaret eder ve bu bakımda önemlidir. Öyle ki halkın azınlıkta kalan kısmı, günün birinde çoğunluk olabileceğine ve bu yönetime, aynı saygının kendisine de gösterileceğine inanarak riayet eder. Ne var ki “azınlıkların yok sayılması” halinde (örn. muhalefetin propaganda hakkının yasaklanması) veya “çoğunluk olması hiçbir zaman mümkün olmayan sürekli azınlıklara ilişkin” (örn. Yahudilerin kültürel haklarının yok sayılması) veya azınlığın günün birinde çoğunluk olması durumunda dahi “eski hale dönüşün mümkün olmadığı kritik konulardaki” politikalarda (örn. köklü çevre politikaları) bu kural mutlak biçimde işlemez. İşte burada, tartışma, değiştirme ve uzlaşma kavramları devreye girer.
İkincisi geçtiğimiz asrın ortasından beri demokrasi, çoğunlukçu olmaktan çıkıp çoğulcu bir anlam kazanmıştır. Bu çoğulculuğun kalbinde ise insan hakları yatmaktadır. Yani egemenlik, hala “kayıtsız şartsız milletindir” ancak milletin sahip olduğu egemenlik, kayıtsız şartsız değildir. Egemenlik insan haklarıyla kayıtlanmıştır. Yapılacak seçimlerde çoğunluğun desteğini almak, geride kalanların insan haklarının yok sayılmasına imkânı vermez.
Açık fikirlilik, hoşgörü ve çoğulculukla anlamını bulan demokratik toplum düzeninde insanlar sandığa giderler, doğrudur. Ancak demokrasilerde insanlar, aynı zamanda, seçtiği kişilerin faaliyetlerini baskı altında olmayan basın yoluyla öğrenirler. (bkz. basın özgürlüğü) Öğrendikleri karşısında icabında seçilmişleri eleştiriler (bkz. ifade özgürlüğü) Bu eleştirilerin tek başına bir anlam taşımadığını düşündükleri yerde, kendi gibi düşünenlerle bir araya gelirler (bkz. örgütlenme özgürlüğü) ve bu düşüncelerini toplu halde ifade ederler (bkz. toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü) Öyle ki bu düşünceler, devletin veya çoğunluğun hoşuna giden veya zararsız addedilecek nitelikte olmak zorunda da değildir. Bunlar, devlete veya halkın bir kısmına, hatta çoğunluğuna ters düşen, onları şoke eden ya da üzüntüye sevk eden nitelikler de taşıyabilir. (Bkz. AİHM’ın Handyside kararı)
Öte yandan demokratik bir toplumda seçilmiş de olsa kamu gücü, insanların özerk alanlarına tecavüz edemez. (bkz. özel yaşamın dokunulmazlığı) Bu korunak, kişilerin mutfağı (ne yiyip ne içeceği) oturma odası (hangi diziyi izleyeceği), soyunma odası (ne giyeceği), yatak odası (kaç çocuk yapacağı veya kürtaj yapıp yapmayacağı) gibi kişisel özerk alanlar için geçerli olduğu gibi, sosyal açıdan çevresel yaşam alanlar için de geçerlidir. Demokratik toplumda kişisel özerk alanın ve çevresel yaşam alanının üzerindeki tasarruflarda söz ve karar alma yetkisi, öncelikle bu alanın öznelerine aittir.
Bu unsurları dikkate almadan sadece sandığa gönderme yapılarak kavranan demokrasi, çoğunlukçu bir anlam taşır. Böyle bir demokrasi, İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde kalmıştır, dolayısıyla anakroniktir, yani zamanını şaşmış niteliktedir. Bu, 21’inci yüzyılın anayasasını hazırlama niyetindeki Türkiye’de hala rahatlıkla savunulabiliyorsa, yaşanan onca gelişmeye rağmen demokrasi kavrayışı bakımından çok da ilerlemiş değiliz demektir.
Siyasal Klişe Episode 2: Bir cadı avı aracı olarak marjinalleştirme
Kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştirme/marjinalize etme, muktedirlerin en yaygın kullandığı klişe metodlardan biridir. Salt çoğunluk kavramı temelinde üretilen propagandalar, demokrasinin en kaba yorumunun bir tezahürüdür. Bu yorumun pratiği de standarttır: Farklı sesler önce cadılaştırılır, sonra da cadı avına çıkılır. Soğuk savaş döneminin diline uygun olan bu tutum, istisna dönemlerinde hortlar.
Bu tutum, Türkiye’de geçtiğimiz iki haftadır aktüel biçimde hortlamış görünmektedir. Söz konusu dil, mevcut anayasal sistemin dahi sınırlarını zorlamaktadır. Bu dönemde anayasal yetkilerini kullanan öznelerin anayasal olduğu iddiasındaki üç klişesi yeniden tedavüle sokulmuştur.
Birinci klişe, eylemcilerin izinsiz gösteri yaptığı yönündedir. Anayasal yetkilerini kullandığı iddiasındaki yetkililer, izinsiz kavramına pejoratif bir mana yüklemekte ve bu, marjinalleştirme amacının, aracı haline getirmektedirler. Oysa Anayasa’ya göre “herkes önceden izin almadan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” (md. 34) Öte yandan AİHM içtihatlarına göre toplantı ve gösteri yürüyüşünün en geniş anlamıyla izinsiz olması durumunda dahi kamu gücü otoriterleri orantısız şiddet kullanamazlar.
İkinci klişe orantısız kamu gücünü fiili uygulayıcısı kolluk kuvvetlerinin tutum ve eylemlerini meşrulaştırmak için kolluğu göstericilerin tahrik ettiği yönündeki söylemdir. Göstericilerin şiddete başvurması –ki bunu tahrik edenin kamu gücü olduğu da göz ardı edilemez- durumunda dahi, bu ilişki iki gerçek kişi arasındaki ilişki gibi algılanamaz. Göstericiler ve kolluk kuvvetleri arasındaki ilişki eşit bir ilişki değildir. Kolluk görevlileri profesyonel bir faaliyet yürütmektedirler. Bu bakımdan olası bir hukuksuzluğa karşı mücadele ederken bile, hukuk dışına çıkmamak konusunda çok daha katı bir disiplin altında olmak durumundadırlar. Aksi halde kendilerine tanınan meşru güç kullanma yetkisini kötüye kullanmış olacaklardır. Zaten bu nedenlerdir ki Anayasa’ya göre konusu suç teşkil eden emir, hiçbir suretle yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz. (md. 137)
Üçüncü klişe ise bazı göstericilerin seçim dışındaki metotlara gönderme yapan sloganlarına büyük manalar yükleyip, bunları tüm göstericilere teşmil ederek, gösterilerin barışçıl bir öz taşımadığı yönündeki söylemdir. Bu söylem de manipülatiftir. AİHM’a göre gösterilerdeki sloganlar belli bir şiddet tonunu içeriyor görünse de, bu tarz sloganların geleneksel ve steorotipleşmiş solcu sloganları olduğu göz ardı edilemez. Dolayısıyla tek başına bu sloganların, kamu düzeni ve ulusal güvenliğini tehdit eden, şiddete ve ayaklanmaya çağrı yapan bir nitelik taşıdığı söylenemez. (bkz. Gül ve diğerleri v. Türkiye)
Uzatmadan bitireyim. Taksim gezi parkı olayı üzerine şüphesiz konuşulacak ve yazılacak çok şey var. Ancak şimdiden belli olan şey, tüm toz duman kalktıktan sonra eylemin farklı bileşenlerinin tutumu, dayanışması, yarattığı dili ve kültürünün Türkiye sosyal tarihinde önemli bir köşe taşı olarak kalacağıdır. Aynı açıklık, bugün muktedir olan birçok kişinin tutum ve davranışlarının gelecekte hayırla anılmayacağı konusunda da geçerlidir. Yaşadığımız geçmiş, bunu doğrulamıştır. Bu geçmişten tecrübe çıkarılması beklenirdi. Ne yazık ki geleneksel iktidar söylemlerinin yeniden üretimi, muktedirler cephesinde yeni bir şey olmadığını göstermiştir. Anladık ki öznenin isminin değişmesi de çok şey ifade etmemektedir. Eski şarap, yeni şişededir veya güncel bir dille ifade edersek: Siyasal iktidarlar bakımından tencere tava, hep aynı hava... (TŞ/HK)
* Dr. Tolga Şirin, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi