21 Kasım günü Cezayir toplantı salonunda Bianet’in düzenlemiş olduğu "Barış Gazeteciliği: Yeni Bir Etik, Pratik ve Gazetecilik Eğitimi" toplantısına katıldım. Toplantıda Prof. Dr. Sevda Alankuş ve Dr. Ruhksana Aslam, barış gazeteciliğinin, barışı bir "konu" değil bir "değer" olarak sahiplenen gazetecilik olmasından; barış gazeteciliği için geleneksel gazetecilik pratiklerinin (5N 1K, haber değeri, haber kaynağı, vs.) nasıl genişletilmesi gerektiğinden ve en önemlisi barışın ancak yoksulluğun, ayrımcılığın, eşitsizliğin, emek sömürüsünün olmadığı bir ortamda gerçek olabileceğinden bahsetti. Alankuş’un bir cümlesi vardı ki, bir feminist olarak bana "Keşke ben söylemiş olsaydım" dedirtti: "Haber, erkeklerin haber olmasını istedikleri şeydir."
Kişisel gündemim "erkek cinayetleri" olduğu için, söylenen her şeyi, özellikle bizim coğrafyamızda sürmekte olan savaşın eril kimliğini düşünerek dinlemeye çalıştım. Savaş derken kastım yalnızca devletin müdahil olduğu çatışma halinin eril kişiliği değil; bizzat erkeklerle kadınlar arasındaki savaş halini, daha doğrusu belki tek taraflı saldırı halini kastediyorum.
"İntihara kalkışan karısını öldürdü", "Boşanmak isteyen karısını bıçakladı", "Eski eşini öldürdükten sonra intihar etti". 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü yaklaşırken, maalesef Türkiye basınında her gün bu haberleri okumaya devam ediyoruz. Bianet'in Erkek Şiddeti Çetelesi'ne göre 2015'in ilk on ayında erkekler 236 kadını öldürdü. Bununla beraber katillere iyi hal indirimi uygulamakta oldukça cömert, adaleti sağlamaktaysa beceriksiz bir hukuk sistemimiz var. Kadınların gün be gün artan özsavunmaları da düşünüldüğünde, bu durum propagandasından, devletin aldığı tutuma kadar her haliyle bir savaş demek; ya da en azından "barış" halinin ihlali.
Burada tekrar toplantıya geri dönmek istiyorum. Murat Çelikkan’ın yapmış olduğu çok önemli bir alıntı bulunuyor: Bazı kaynaklara göre insanlık tarihinin yalnızca 231 yılı savaşsız geçmiş. Tarihin de erkek tarihi olduğunu düşünürsek, kadınlar için bu "savaş" hali belki de 231 yıl bile yerini barışa bırakmadı.
Bu yıl, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü'nde, özsavunma hakkını kullanan kadınlarla ilgili bir yazı yazmak istedim; fakat gerçekleştirilen toplantı fikrimi değiştirdi. Şöyle ki, belki de bu "savaş" halini, savaşın eril kimliğini ifşa ederek durdurmaya çalışmak daha etik, "barış gazeteciliği"ne de daha yakın bir duruş olacaktır. Bu yüzden bu yazıda sokak ortasında eşi tarafından öldürülen Sakine Akkuş'un hikayesiyle, devletin "erkek"le kol kola girerek nasıl savaş halini sürdürdüğünden bahsetmek istiyorum.
Sakine Akkuş'un hikayesi; evliliğinden öldürülüşüne ve sonrasında Türkiye hukukunun aldığı kararlara kadar her şeyiyle Türkiye'de kadın olmanın bir özeti. Sakine, “çocuk gelin” olarak 14 yaşındayken imam nikahıyla, zorla evlendiriliyor.
Sakine diyorum, çünkü onu, kendisinden sürekli şiddet gördüğü için boşanmak istediği kocasının ya da onunla evlenmesine neden olan ailesinin soyadıyla değil, bir kızkardeş olarak ismiyle anmak istiyorum. Sakine boşanma davası açtığı, iki çocuğunu gösterme ve barışma bahanesiyle buluştuğu kocası tarafından sokak ortasında, üç kurşunla öldürüldü. Katil Erdal Akkuş, ifadesinde “Eşim evden ayrıldığı dönemlerde haysiyetsiz yaşam tarzı sürdürüyordu, hakkında dedikodu çıkıyordu. Namusumu şerefimi eksilttiği düşüncesiyle cinayeti işledim” dedi. Sürekli kadınlara nasıl olmaları gerektiğini dikte eden devlet diline ne kadar yakın bir söylem, değil mi?
Sakine'nin hikayesi sadece öldürülmesiyle değil, sonrasında hukukun aldığı tavırla da o "barış" halinin ihlaline işaret ediyor. Çünkü Yargıtay, katil Akkuş'a verilen müebbet hapis cezasını, cinayetin planlanmadan işlenildiği gerekçesiyle bozuyor. Yani "bir anlık öfke" diyen hukuk yine maktülle değil katille empati kuruyor. Üstelik Sakine'nin dilekçesinde "Çocuklarımın yanında bile şiddet görüyordum. Baskılar sonucu evi terk ettim ve devlet tarafından koruma altına alındım. Eşim, evi terk ederek ailemin yanına gitmesini bile namus olayı olarak görüp seni töre cinayetine kurban edeceğiz diye tehdit ediyordu” demesine rağmen. Bununla da yetinmeyip, öldürülen kadının evinden ayrı kaldığı zamanlarda ‘sadakat yükümlülüğüne aykırı davranıp davranmadığının belirlenmesini istiyor. Neyse ki yerel mahkeme özel hayatın gizliliğini ihlal gerekçesiyle bu talebi reddediyor.
İşte, Sakine'yi önce istemediği halde, zorla evlendiren, sonra ona şiddet uygulayan ve en sonunda öldüren erkle, Silvan'da 12 günlük sokağa çıkma yasağıyla insanları zorla, baskıyla zapt etmeye çalışan, duvarlara "Türk'sen övün, değilsen itaat et","Kızlar ininize girdik" yazan erk, erkek, devlet aynı. Barış gelecekse, her şeyden önce yaşamın biricikliğine; zapt edilemez, set çekilemez oluşuna; hürriyetin kutsallığına duyulan inançla gelecek. Barış gelecekse eşitlikle gelecek.
Bu hikayeyi bu kadar ayrıntıyla anlatmamın nedeni, ailesiyle, mahallesiyle, hukukuyla kadınlara savaş açmış olan eril devlet zihniyetini biraz olsun ifşa ederek Sakine nezdinde, öldürülen tüm kadın arkadaşlarımızın anısına bir saygı duruşunda bulunmaktı. Barış ancak eşitlikle mümkün olacak ve biz bu eşitlik sağlanana kadar yılmadan mücadele etmeye devam edeceğiz. Bir dahaki 25 Kasım'da direnişin ve mücadelenin hikayesini anlatabilmek dileğiyle... (KS/HK)