Babacığım ne yapıyorsun? / Babacığım orada sana yemek / veriyorlar mı? Et veriyorlar dimi? / Biz eski evimizdeyiz. Sen gelir / sen oraya gel.
Başlığa taşıdığım iki kocaman merhabayla başlıyordu mektup. Babası için endişelenen küçük bir kızın kocaman açılmış gözlerine benzemiyorlar mı? MERHABA MERHABA. Sonra o kaygı yüklü kısa sorular: Bildiği en büyük kötülük birini aç bırakmak olan küçük kızın babasını kötü bir yere götürdüklerinin farkında olduğunu söyleyen sorular. Ardından gelen iki mahzun cümlede, melankoliyle beraber kadim yoldaşımız umut da saklı değil mi? Peki ya mektubun kendisi; babayı kızına, insanı insana yasaklayan bir sistemin maskesini kaldırmıyor mu?
Ben mektubu bir sahafta gördüm. Satır / satır not ettim. Nisan 1982'de 1-E sınıfından Ekin yazmış. Benim de ilkokulda olduğum yıllar. Hangi şehir, hangi okul, bir ibare yok. Zaten fark eder mi? Sesi ve rengi alınmış bir ülkede bir anlamı var mı? Ülke uğursuz bir alacakaranlığın içinde derin bir mezarlık sessizliğine bürünmüşse, dört bir yanda pek çok okulun kürsüsünde öğrenciler kendilerini yırtarak aynı şiiri okuyorlarsa: "Bu vatan toprağın kara bağrında sıradağlar gibi duranlarındır." Şiir bizi şaşırtmıyordu. Vatanın bizim olmadığının farkındaydık. Boşuna mezarlığa benzemiyormuş, demek onlarınmış, diyorduk. Çocukça şeyler düşünüyorduk. Üzerinde yaşayan insanların hizmetinde özgür bir vatanın değerinden habersizdik.
Nisan 1982. Daha darbenin üzerinden çok geçmemiş. Korku bütün ülkeyi ele geçirmiş. Dönemin unutulmaz filmi "Yol"dan alıntılarsak: "Korku her evin bekçisi." Korku, nötron bombası gibi; zihinleri, psikolojileri parçalıyor ama eşyalara, hayatın rutinine dokunmuyor. Ülkede akıl almaz işkenceler, insanlık suçları işlenirken, dışarıdan hayat normal akışında görünüyor. Ne var ki, bütün insanlar viran, bütün insanlar yıkıntılıdır. Faşizm insanları korkutuyor, susturuyor, suçuna ortak ediyor. İnsanlar kitaplarını yakıyor. Kitaplarını yaktığı için utanan çok. Kitaplarını yaktığı için kurtulan yok. Yanık kitap kokuyor ülke. Yanık şiir kokuyor. Yanık Türkçe kokuyor.
Yanıyor Nazım Hikmet'in hikayeli şiirler söyleyen Türkçesi: "Ne çok insan öldürüyorlar, Hrant, / ne çok insan öldürüyorlar..."/ "- Korkma günler bizimdir, / bizimdir, Rakel'im..." Yanıyor Sait Faik'in şiirli hikayeler anlatan Türkçesi: "...Bir fayton geçti mi delicesine aklınızdan..." Ve yanıyor Ahmed Arif'in Dicle gibi dingin Diyarbekir kokulu Türkçesi: "Bu çağ Mengene çağıdır / Tanyeri atanda, bütün vatanda..."
Mengene çağı başlıyor. Tan vakti kışlalardan tanklarla, postallarla iniyor generallerin kibirli hamasi Türkçesi: Yediyordu Kenan Evren Türkçesini kara gecedeeen geceden. O kara geceden üniformasıyla, apoletiyle, uygun adımıyla geliyor ve kulağımızdan gitmeyen o gevrek sesiyle bildiriyor: Bundan sonra bu Türkçeyi konuşacaksınız. Netekim bize Türkçenin düşünmeye, şiir söylemeye, bilim yapmaya uygun bir dil olmadığını söylüyor generallerin Türkçesi. Türkçenin susmak ve itaat etmek için ideal olduğunu söylüyorlar. Ve bizi eğitiyorlar. Susmayı ve itaat etmeyi öğretiyorlar. Birbirimizden korkmayı öğretiyorlar. Konuşmayı ama bir şeyi söylememeyi öğretiyorlar. Düşünmenin, şiir söylemenin, bilim yapmanın bizim harcımız olmadığını öğretiyorlar. Kendimize haksızlık etmeyelim, yetenekliyiz. Öğrendik. Ama arada her şeyin tersiyle var olduğunu, devranların döndüğünü ve kavganın ve umudun toprağın altındaki tohum gibi en ıssız en sessiz zamanlarda bile sürdüğünü de öğrendik.
Darbenin üzerinden otuz yıl geçti ve biz darbeyi yargılamaktan, darbecilerin mahkum edilmesinden konuşmuyoruz. Otuz yıl sonra yeni darbe planlarından konuşuyoruz. Ve bunu sanki sivil bir demokraside yaşıyormuşuz gibi konuşuyoruz. Sanki önceki darbenin faillerinden hesap sormuş ve hep birlikte bir demokrasi inşa etmişiz gibi konuşuyoruz. Ya da en azından halkını kale almayan bir geleneğe yaslananların, unutuşun yumuşak yatağına uzananların böyle varsaydığını görüyoruz.
Zamanımızdan birkaç fotoğraf: Bine yakın çocuk polise taş attıkları için cezaevinde ve bu çocuklardan birine, 15 yaşındaki B.'ye birkaç hafta önce brüt 13 buçuk yıl ceza verildi. Bu durum, bu darbe adaleti bu sivil demokraside skandala sebep olmuyor. Otuz yıl önceki darbenin ilk zamanlarını aratmayan bir şovla tutuklanan seçilmiş belediye başkanları cezaevinde. Neredeyse iki ay olacak. İki lafından biri "bizi halk seçti" olan hükümet demokrasi açısından mahzur görmüyor. Yalnızca düşüncelerini ifade ettiği için bir üniversitede öğretim görevlisinin kazanılmış hakkı elinden alınıyor. Demokrasi ufukları bir türban boyu olan iktidar partisi ve şürekası ıslık çalıp havaya bakıyor. Ülke nüfusunun dörtte birini oluşturan Kürt halkı hala anadilinde eğitim alamıyor, çocuklarına anadilinde isimler veremiyor. Yalnızca şu birkaç örnek bile ülkenin hala darbecilerin ve mirası zihniyetin boyunduruğunda yaşadığını gösteriyor. Gerektiğinde darbecilerin kanunlarını pervasızca kullananlar bize demokrasiden bahsedebilir mi?
Darbenin üzerinden otuz yıl geçti ve ben hala girişte mektubundan bahsettiğimiz Ekin gibi (yiyeceğe, giyeceğe, iletişime, sevgiye..) açlıktan daha büyük bir kötülük bilmiyorum. Şimdi bu sivil iktidar (?) darbecilerin çıkardığı sendika yasasına dayanarak tekel işçilerine darbecilerin bile çıkarmaya utanacağı bir yasa sunuyor. Generallerle paslaşan başbakan, darbecilerin tesis ettiği itaat tedrisatından geçen halka dilediğini kabul ettireceğini düşünüyor.
Demeçlerine bakılırsa, başbakan neoliberal politikaların kaynağı Chicago Okulu'nu yıldızlı pekiyi ile bitirmiş: "Devleti bu işin içinden çekmek istiyoruz. Devlet, artık ticaretin içinde olmamalı. Özel sektörün girmediği yere devlet girmeli, özel sektörün girdiği yerde de devlet durmamalı, çıkmalı ki bu işi rekabete açalım, ülkenin bu noktada yatırımı, istihdamı ve üretimi artsın." Adı Türkiye olan şirketin CEO'su konuşuyor. Biz de halk olarak özkaynaklardan sayılıyoruz. Hepimizin 4C şartlarıyla istihdam edildiği mutlu bir ülke vaadi sizi de heyecanlandırmıyor mu?
İşçiler bu insanlık dışı teklifi, insan oldukları için kabul etmiyorlar. 50 günden fazla oldu, Ankara'dalar. Hükümet dişlerini göstermeye başladı. Ay sonuna kadar mühlet verdi. Demeçleri zihniyetlerini açık ediyor, demokrasiyi bir tür müsamere olarak algıladıklarını gösteriyor: "...ama biz demokrasi adına 'buna bir miktar daha katlanalım' dedik..." İşçilerin eyleminin kendi merhametinin eseri olduğunu söylüyor. 12 Eylül'ün darbeci generallerinin zulmüyle, bugünkü hükümetin merhameti aslında halkına sürekli gözetlenmesi gereken bir tür özkaynak olarak gören aynı zihniyetin tezahürü. 30 yıl önce ülkeyi neoliberal politikalara elverişli hale getirmek için yapılan darbe, aslında gerçek karşılığını paranın kokusuna hassasiyetiyle öne çıkan bugünkü hükümette buluyor. İkisi de yeşiller, küçük bir ton farkı var, hepsi o.
Bundan 30 yıl önce bizi 11 Eylül 1980 ve 13 Eylül 1980 arasında seçime zorladıkları zamanı hatırlayalım. O zaman Teksas mı Zincirlikuyu mu?, demişlerdi. Silahlar bir günde kayboluvermiş, mezarlık sessizliğinde uysal uysal yaşamıştık. Otuz yıl boyunca yaşadıklarımız da sürekli aynı çirkin oyuna getirildiğimizi söylüyor. Bize dayattıkları sistem bizi sürekli iki berbat seçenek arasında seçim yapmaya zorluyor. Aslında şu son darbe tartışmalarını düşünürsek özünde karşımıza şu soru çıkmıyor mu? Sizi nasıl ezmemizi istersiniz? Türbanlı mı yenmek istersiniz, başı açık mı? Sakallı mı ezilmek istersiniz, sinekkaydı mı? Sizi cübbeli mi aç bırakalım, yoksa takım elbiseli mi?
Biz hiçbir şekilde ezilmek istemiyoruz. Kendi ülkemizde, kendi kurduğumuz demokraside, özgürce, kardeşçe hayatın, ülkemizin ve payımıza düşen zamanın nimetlerinin keyfini çıkararak, kavgasını vererek yaşamak niyetindeyiz.
Sait Faik'in "İpekli Mendil" hikayesini bilir misiniz? O güzel öykünün sizinle paylaşmak istediğim finalini alıntılayacağım: "İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir." diye bitirir öyküsünü Sait Faik "Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun; sonra avuç açıldı mı, insanın elinden su gibi fışkırır."
İnsan, aşk, özgürlük düşüncesi, adalet duygusu da halis ipekli mendil gibidirler. Bizi nasıl rezil bir eğitimden geçirirlerse geçirsinler, hangi kalıba dökmeye kalkarlarsa kalksınlar, o öz içimizde saklıdır. Tek farkla ki avucun, mengenenin, baskı mekanizmasının açılmasını beklemez. Kendisi iteler, öteler, açar, bulduğu her gözden su gibi fışkırır. Bu günlerde Tekel işçileri bizim için üzerimize serpilen ölü toprağını öteleyip bulduğu gözden su gibi fışkıran bir adalet duygusunun, özgürlük düşüncesinin, insanca yaşamın karşılığı oldular.
Yazının girişinde andığım Ekin'in mektubu şöyle bitiyordu: "...Diyecekle / rim bu kadar babacığım. Biçok öpü / cükler yolluyorum. Alasmaladıııık" Ben de, bana bu yazıyı yazdıran mektubun sahibi sınıf arkadaşımız Ekin'in elinden bir su gibi fışkıran yaratıcı Türkçesiyle bitiriyorum:
Diyeceklerim bu kadar sevgili okur. Biçok selamlar yolluyorum.
Alasmaladıııık. (BK/TK)