Kaş’ta bir Rum meyhanesinde oturuyoruz. Mutluyuz sanırım. En azından üzerimizde yirmi senedir farklı sofralarda beraber oturmuşluğun doğallığı var. Zaman bize pek dokunmadan akıyor. Sohbet kendi kendini ediyor.
Siyaset konuşulmuyor, çünkü zaten biz hiç konuşmadan aynı partiye oy vermiş, aynı komplo teorilerini reddetmişiz; sevgililer konuşulmuyor, çünkü manzaraya bak, ölümlülerden daha ilginç. Kızlar rakı içiyor, ben soda-limon+tuz (cool adıyla churchill). Meze yiyoruz. Benim söylediğim ahtapot ızgara geliyor. O sıralarda ben, inek, tavuk yemeyi, süt içmeyi bırakmışım. Kafam karışık belli, duyarlılıkları denkleştirememişim, ama bu eşitsizliğin de ucundan farkındayım ki bu konuda yazmıyor ve konuşmuyorum henüz.
Ahtapottan uzatıyorum kızlara, geri çeviriyorlar. Eda “ben ahtapot yemiyorum” diyor. Şaşırıyorum. “Nasıl öldürüldüğünü biliyor musun” diye soruyor. Bilmiyorum. Ya da belki bir noktada duydum. Duymuş olmalıyım. Duymuşum da anlamamış mıyım, anlamışım da hissedememiş miyim, hissetmiş de eyleme mi dökememişim? Bir yerde bir tıkanıklık olmuş. Şu an sorsa, fark eder mi derim nasıl öldürüldüğü. Demek ki o zaman fark ediyor. Taşlara çarparak diyor. Ahtapot kendini salmadığı için, ortalama kırk defa taşlara çarpılıp yumuşatılarak. “İnek”, diyorum savunmaya geçerek. Suçluluk duygusunun en abuk refleksi: kontra atak. O da inek yiyor çünkü, biliyorum. “Bacağından askıya alınıyor, çoğunun bacağı kırılıyor, boğazı kesiliyor debelenirken.” Söyleyecek bir şey yok; haklısınları değiş tokuş ediyoruz. Bir Orhan Gencebay “Bence sen de haklısın” anı daha. Bu konuda tekrar konuşmuyoruz. Konuşmadan aynı partiye oy verdiğimiz gibi, zaman içinde bütün hayvanları yemeyi bırakıyoruz. Nasıl öldürüldükleri hele, artık hiç fark etmiyor. Ölmek istemiyorlar, bu yeterli.
Ahlakî rahatsızlıkların ahlakî ilkelere, duyduğumuz malumatın bilgiye, bilginin, kendisinin tekabül edeceği bir hisse dönüşemediği, dönüştüğünde dahi, bir türlü bu hisle uyumlu bir eyleme evrilemediği çok an oluyor. İnsan çoğunlukla irrasyonel bir varlık ve çelişkiler yumağı. Bu bilgi-his-eylem yörüngesindeki bazı bozukluklar bizi rahatsız ediyor ve bu rahatsızlık dayanılmaz boyutta ise, bilgiyi reddedebiliyoruz.
Burada bilişsel uyumsuzluğun çok güzel anlatıldığı bir yazı var.
Farklı savunma mekanizmalarımız var bu yörünge eşitsizliğiyle başa çıkmak ya da onu engellemek için. Bir tanesi doğrulama yanlılığı (myside bias). Herhangi malumatla ilk kez karşılaştığımızda sadece halihazırdaki kanılarımızı destekleyen kısmını algılıyor, diğerlerini es geçiyoruz. Dolayısıyla es geçtiklerimiz sadece âlâkasız malumatlar olarak yörüngemiz dışında kalıyor, hiçbir zaman bilgiye dönüşmüyor, dolayısıyla ne düşüncelerimizi ne hislerimizi değiştirebiliyor. İnsanların oy verdikleri partiyi neden tüm yeni verilere rağmen bu kadar zor değiştirdiğinin yanıtlarından biri bu. Duyuyor, belki görüyor, fakat onu düşünceye evirmemek için elinden geleni yapıyor ve elinden gelen aslında istemsiz.
İrrasyonelliğini mütemadiyen rasyonalize etmeye çalışan, uyuşmazlıkları ve çelişkilerini kabullenmektense, gerçekleri öteleyen varlıklarız. Ve bu bir anomali değil. Basit bir deyişle, kafamıza girmiyor. Aklımız almıyor. Yakınımızdaki insanlardan vazgeçmeyi göze alamıyorsak, onların yaptığı kötülüğü görmeyi reddediyoruz, ayyuka çıkınca gördüklerimizi düşünmeyi erteliyoruz, başka bir şey düşünemeyecek hale gelince, hislerimizi artık düşündüklerimizle aynı hizaya getiremiyoruz, haydi hissettik, arkamızı dönüp gidemiyoruz. Bazen. Bazen de veri girişi-düşünce-his-eylem arasındaki tıkanıklıklar zaman içinde açılıyor. Ahtapot hissedebilen bir canlı (veri)- hissedebilen bir canlıyı öldürmemeliyim (düşünce)-hissedebilen bir canlının öldürülmesine vesile olduğum için vicdan azabı çekiyorum (his)-ahtapot yemiyorum (eylem). Bunu her şeye uyarlayabilirsiniz.[1] Ama bir yerde tıkanıyoruz değil mi hep? Ya da herkes kendi çelişkilerini aştığından hep emin olduğu için şöyle de sorabiliriz: nerede tıkanıyor diğer herkes? Slavoj Zizek hayvanlarla olan ilişkimizdeki tıkanıklığı anlatırken hayvana yapılan zulme tanık olan birindeki veri girişi seviyesine odaklanıyor:
“İzleyen eskisi gibi devam edebilir mi? Evet, fakat sadece bir şekilde tanık olunanı unutabilirse. Biliyorum, fakat bildiğimi bilmek istemiyorum, dolayısıyla bilmiyorum. Biliyorum fakat bu bilginin sonuçlarının sorumluluğunu almayı reddediyorum ki bilmiyormuş gibi davranmaya devam edebileyim.”[2]
Ben tıkanıklığı daha ziyade kendi adıma da, bilmekle hissetmek arasındaki aşamalarda fark ediyorum. “Bilmek, hissetmek değildir”, çok bariz bir önerme gibi görünse de, çoğu kez bir noktadan diğerine gitmek zaman alıyor, bazen de hiç gidemiyoruz.
Nasıl hâlâ bu partiye oy verebilir? Nasıl hâlâ o insanla evli kalabilir? Bunca insanın hakkını yedikten sonra geceleri nasıl uyuyabilir? Ve nasıl nasıl nasıl bir bebeği kesip yiyebilir? Nasıl bir ahtapotu taşlara vura vura öldürebilir? Ben o ahtapotu nasıl yiyebilirim? Bir karikatürde var ya, “beyle”.
O tıkanıklık açılana kadar sürecin kendisi belki karmaşık ama cevabı net: göre göre, bile bile, güle güle, mışıl mışıl uyuyarak, bazen düşünüp hissedemeden, bazen de düşünmeden ve hissetmeden. Tıkanıklıkları açmak için de lavabo aç ya da kireç sökücü gibi bir kısayol çözümü de yok maalesef. Bazı olgular insanlar için o kadar kemikleşmiş kimlikler haline geliyor ki, seneler, ölümler, bombalar o yapıyı kıramıyor.
Vamık Volkan’ın kötücül bir narsistin analiz sürecini anlattığı Hayvan Katili adında bir kitabı var. Avcılık, analizde, narsistin büyüklenmesinin bir tezahürü, şiddetli bir dışavurumu olarak değerlendiriliyor. Tedavi seneler sonra sona erdiğinde hasta, avlanmayı da bırakıyor. Öldürmek yerine, doğayı daha bütüncül algılamaya (kendisinden hareketle) başlıyor. Kendini bölmeyi, kendi içindeki çaresizliği ve büyüklenmeyi ayrıştırmayı bıraktığında, öldürmeyi de bırakıyor. Bir gün, hayvan yemek, psikanalizde narsistik bir semptom olarak değerlendirilir mi bilmiyorum, fakat bölünerek yaşamak zor. Merhametli olup masumiyeti yok etmek, zayıfken güçlüye tutunarak var olmaya çalışmak, ineği sevip ahtapotu yemek. Daha da zor olan, çelişkileriyle kendini, yaşadığı gezegeni yok eden bir türün kurbanı olmak olsa gerek. Ahtapot olmak, inek olmak, zeytin ağacı olmak. Ya çelişkilerimizden kurtulacağız ya da herkesin haklı olduğu diyalektiğin dibinde, Orhan Gencebay’ın şarkısında yaşamaya devam edeceğiz. “Hak aranır eğer varsa/aranıp da bulunursa/kimin hakkı kimde kalır/eğer razı olunursa/haklısın haklı/bence sen de haklısın.” Güzel haber, imkansız değil, selefler var, örnekler bol, çelişkiyi yakaladın mı, bırakmayacaksın, üzerinde çalışmaktan vazgeçmeyeceksin. Kötü haber, hepimiz aynı anda haklı olamayız ve bir kısmımız fevkalade yanılıyor.
Adrasan’da kumsalda oturuyorum. Kızlar yüzüyor. Benim için su yeterince ılık değil. Üzerimde, yirmi dört yıldır birlikte olmanın, limon çekirdeği salataya düşerse neden yiyemeyeceğimi, neden içki içmediğimi, sabah neden suratsız olduğumu açıklamak zorunda olmamanın rahatlığı var. Kızlar ne kadar güzel. Mutlular da sanırım. Denizi çok severler. Onları gördüğüm ilk gün, 11 yaşındayken de çok güzellerdi ama sanki giderek güzelleşiyorlar. 30’lu yaşlarımız da böyle geçecekmiş demek ki diye düşünüyorum.
Üçümüzün de vegan olduğu ilk yaz bu yaz. Seneye başka çelişkilerimizden de kurtulacağız belki. Belki yeni çelişkiler edineceğiz. Eda denizden çıkıyor, kurulanırken bana dönüp “su muhteşem” diyor. Hiç konuşmadan yıllardır kendimizi nasıl aynı dönüm noktalarında bulduğumuzu anlamaya çalışıyorum. “Seneler önce ben ahtapot yiyordum, sen bana ahtapotun nasıl öldürüldüğünü sormuştun, hatırlıyor musun” diyorum. “Saçmalama” diyor, “sen ahtapot yemiş olamazsın, taşlara vurarak öldürüyorlar.” Veri girişini reddediyor; ben de üstelemiyorum. Belki, o da haklıdır, kim bilir. (CÖÖ/ÇT)
-----
[1] Çeşitli nesnelere karşı tavrımızın bir teorisi ABC Modeli (The ABC Model of Attitudes). Affect (hislerimiz), Behavior (eylemlerimiz), Cognition (konu/nesne hakkında bildiklerimiz ve inandıklarımız.) Ahtapot örneğinde de, antapotun hissedebilir bir canlı olduğu bilgisi C, vicdan azabı A, ahtapot yemeyi bırakmak B.
[2] Zizek, S., (2008). Violence. New York: Picador, s. 53.
* Bu yazı ilk olarak HayvanlarınAynasında blogunda yayınlandı.