Sürekli hareket halindeki bir fay hattı üzerinde bulunan ülke gündemi bu sefer Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun açıklamasıyla sarsıldı. Hükümetin cevap vermesiyle devam eden artçı sarsıntılar yurttaşları tedirgin etmeye devam ediyor.
İnternet tarayıcımızın "sık kullanılanlar" kısmına çoktan eklenmiş olan TSK'nin, Başbakanlık Basın Merkezi'nin, Yargıtay ve Danıştay'ın internet sitelerine girenlerin en çok yaptığı şey "yenile" tuşuna basarak olası bildirilerden anında haberdar olmaya çalışmak. Peki, söz konusu bildirileri, açıklama ve karşı açıklamaları nasıl değerlendirmek gerekir?
Bildiri yayımlamak bir 12 Eylül alışkanlığı
Her şeyden önce, Türkiye'de özellikle 12 Eylül döneminden sonra (Milli Güvenlik Konseyi'nin numaralandırılmış bildirilerini hatırlayalım) antidemokratik bir uygulamanın yerleştirilmeye çalışıldığı gözlerden kaçmamalı: devlet organlarının, internet siteleri başta olmak üzere iletişim araçlarını kullanarak "bildiri" adı verilen metinler yayımlamaları.
Kimin kaleme aldığını, nerede ve hangi sayılı toplantıda kararlaştırıldığını, yani içeriğinden kimin sorumlu olduğunu bile bilmediğimiz, dolayısıyla bir davaya konu olma durumunda muhatabın bulunamayacağı, deyim yerindeyse "faili meçhul" bir niteliğe sahip olmaları, sorunun ciddiyeti üzerine düşünmek için yeterli.
O kadar ilginç bir durum ki, söz konusu bildirilerin bir öğlen yemeği sırasında ya da gerçekten önemli bir toplantıda alınmış olma olasılığı aynı gözüküyor. Üstelik, bildirilerdeki dil ve yazım yanlışları (özellikle büyük harfle yazılmaması gereken bazı kelimelerin elbette malum nedenlerle büyük harfle yazılmaları), ifade biçimlerinin sertliği, cümlelerin sonuna konulan ünlem işaretleri, vs. ilgili kurumlarda bir "metin yazarı" kadrosu açılmasını gerektirecek kadar göze batıyor.
İnsan, ister istemez, "devletin en yüksek makamlarında bulunan kişilerce kaleme alındığı varsayılan metinler bu durumdaysa sıradan yurttaşların kullandıkları dilin yetersizliklerine şaşmamak gerekir" diye düşünüyor.
Dayanılan yetki ve gerekçe sorunu
Ayrıca, "ülkenin/devletin/milletin çıkarlarını" ya da "anayasayı" korumak gibi genel bir yetkiye ve gerekçeye dayandırılan bu metinlerin hangi hukuksal hükümlerdeki hangi yetkilere dayanılarak yayımlandığı haklı olarak sorulmalı. Bu durumun belki de tek bir mantıklı açıklaması olabilir: 12 Eylül Anayasası ve düzeni hukukta ve zihniyetlerde o kadar yer etmiştir ki temelde halkın oyuyla kurulduğu varsayılan hükümetler de dahil olmak üzere sanki her kurum kendisi açısından bir tehdit tanımı yapmakta ve ona göre hareket etmektedir.
2000'lerin ve iletişim araçlarının yaygınlaşmasının getirdiği temsil krizi Türkiye'nin son 30 yılda kronikleşmiş anayasa, insan hakları ve toplumsal muhalefet sorunlarıyla bileşerek, yurttaşların özgür girişimi sonucu oluşması gereken kamusal tartışma ortamının yerine "kamu kuruluşları"nın yani "devletin" koruması altına sığınan ve kendisini ancak o şekilde ifade eden bireyler üretiyor.
Bu bağlamda, Yargıtay Başkanlar Kurulu üyeleri, başbakanlar, genelkurmay başkanları, vs. ile yurttaşlar, birey olarak kendilerini ortaya koymak yerine, sistemdeki yapısal bozukluklar nedeniyle devletin kurumsal araçlarına başvurmakta ve hem kendilerini hem de ilgili devlet kurumlarını yıpratmaktadırlar.
Bu durumun başlıca nedeni, günümüz demokrasilerinin tanımı gereği kamusal tartışma ortamına katılmak isteyen hatta katılması gereken bireyi bir tehdit olarak algılayan zihniyetin 12 Eylül'den sonra toplumun her kesimine yayılmış olması. Sorgulayan, aklını kullanan, eleştiren, çözüm üreten bireyin aslen bu konulardaki kapasite ve yeterliliğine göre toplumda söz sahibi olmasının böyle bir ortamda gerçekleşememesi ya da tehlikeli olması nedeniyle, bireyler düşüncelerini "benim görüşüm budur ve meseleyi eşit ve özgür bir şekilde konuşma hakkımızı kullanarak hep birlikte tartışalım" anlayışına dayanarak değil, kurumsal yapı üzerinden dile getiriyor.
Bu tür bildirilerin orta ve uzun vadede ilgili kuruluşun ve yargı söz konusu olduğunda da özellikle yargıçların bağımsızlığına zarar verecek gelişmelere yol açacak olmasına değinmeye ise gerek yok.
Huzur istiyoruz
Yukarıdaki tespit, gelişmiş Batı demokrasilerinde karşımıza çıkmayan "kurumsal krizler"in Türkiye gibi ülkelerde adeta yapısal bir hal almasının nedenini de açıklıyor. Fransa, Almanya ya da İngiltere'de Yargıtay gibi bir kurumun ya da silahlı kuvvetler ve hatta (hükümetin başı olma anlamında değil de bir devlet kuruluşu olma anlamında) başbakanlık gibi organların internet sitelerinde bu tür bildiriler yayımlamamaları söz konusu ülkelerde işleyen demokrasi oyununun kurallarının dayandığı "sivil" ve bireyi yücelten zihniyet yapılarının farklılığıyla açıklanabilir.
Sonuç itibariyle, bireyin yerine devletin (yani kurumun) temel alındığı, her kurumun tehdit/güvenlik algısını kendisinin belirlediği ve seçilmişlerin bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmadığı bir siyasal ve toplumsal yapıda bu tür bildiriler aslında şaşırtıcı olmamalı.
12 Eylül Anayasası'nı değiştirmekten öte, bütünüyle yeni baştan ve sivil süreçlerden geçilerek yazılmış, bireyi temel alan yepyeni bir anayasa yapılmadıkça ve yurttaşlara buna uygun bir zihniyet aşılanmadıkça bu durumun değişmesi de mümkün gözükmüyor.
Özetle, bu satırları yazarken radyoda çalan şarkıda dile getirildiği gibi: Sebebimden doğmuş oldum seçmede / Çekecegim derdim nedir bilmeden / Yüklediğin yükle yıkıldım kaldım ama / Vereceksen akıl verme istemem / Verme, verme, verme akıl verme / Vereceksen huzur ver, vereceksen huzur ver... (ECG/GG)