Yeniden canlanan ceset ya da diriltilen ölü anlamına gelen "zombi"nin kökeni Voodoo inanışından gelir.
İnsanları zombiye çevirerek iktidarlarını sağlamlaştıran Voodoo büyücülerine, bilinçleri olmayan zombiler sadece itaat ederlerdi. Zombilerin beyaz perde yolculuğu da günümüzün modern zombilerinden farklı şekilde, bu voodoo büyücülerinin zombileri ile başlar.
Amerikalı yönetmen Victor Halperin'in 1932 yılında çektiği White Zombie, bu bağlamda çekilen ilk zombi filmi olarak kabul ediliyor. Film ayrıca Amerikalı heavy metal şarkıcısı Rob Zombie'nin kurduğu White Zombie grubuna da ilham kaynağı olur. Ancak White Zombi ile başlayan evrenin asıl mihenk taşı, 36 yıl yıl sonra George A. Romero'nun çektiği Night of the Living Dead olacaktır. Meslektaşları dünyanın diğer ucunda Fransız Sinematek'in kapanmasını protesto ederek 68 hareketinin ilk kıvılcımlarını ateşlerken Romero da kapitalist sistem eleştirisini "Kapitalizm yaşayan ölüleri yarattı" diyerek sinema üzerinden yapar, Hollywood'un çemberinden çıkar ve sinema dünyasına vazgeçilmeyecek bir miras bırakır: Zombi Filmleri.
Kapitalizm yaşayan ölüleri yarattı
Dawn of the Dead (Romero - 1978)
1968 yılında, hem zombi filmlerinin sinemaya bir tür olarak yerleşmesini sağlayan hem de türün en iyi örneklerini veren George A. Romero ilk zombi filmini çeker: Night of the Living Dead / Yaşayan Ölülerin Gecesi.
Romero yarattığı zombi evreninde ırkçılığı, militarizmi, kapitalizmi ve tüketim toplumunu kıyasıya eleştirir.
2016 yılında kaybettiğimiz sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo, Romero'nın "zombi" kültüne katkısını şöyle anlatır:
"Romero, zombileri yalnızca kan ve et peşinde koşan yaşayan ölüler olarak kullanmadı. Onlara anlamlar yüklerken günceli, siyaseti, politikayı ve muhalefeti kullandı. Elbette Romero'nun başarısının ardında bağımsız film çekmesi ve sinema endüstrisinden uzak olması yatıyor. Yani o sistemi yanına yaklaştırmadı."
Zombi teması üzerinden ırkçılığa karşı ciddi bir duruş sergileyen Night of the Living Dead'in diğer önemli bir yanı ise Ben rolü ile muhteşem bir performans sergileyen Duane Jones'un, korku filminde başrol oynayan ilk siyah aktör olmasıdır.
George Romero, Night of the Living Dead'in ardından sonra beş zombi filmi daha çeker: Zombi saldırısı sırasında dev bir alışveriş merkezine sığınarak hayatta kalmaya çalışan insanların mücadelesine değinerek tüketim kültürünü eleştiren Dawn of the Dead (1978), oklarını militarizme çeviren Day of the Dead (1985), kapitalizm eleştirisini odak noktasına alırken bizi devrimci bir zombi ile tanıştıran Land of the Dead (2005), el kamerası ile çekilen ve "Zenginler çoktan ortadan kaybolmuştu, dünya korsanlara ve bize kalmıştı" repliği ile aslında tüm filmi özetleyen Diary of Dead (2007) ve tekrar militarizme, basın etiğine ve insan doğasının kötülüğüne vurgu yapan Survival of the Dead (2009).
Nazi Zombi Filmleri
Dead Snow (Tommy Wirkola - 2009)
Night of the Living Dead'in etkisine rağmen, 1970'lerin sonlarında ve özellikle de 80'lerde zombi filmlerinin, izleyicilerin ortak kültürel bilincine nüfuz etmesi biraz zaman alır.
Bu dönemde evrene can simidi olacak yeni bir akım eklenir: "Nazi Zombi Filmleri" Klasik kötüler olan Nazi'lerle zombileri bir araya getiren, Shock Waves ile başlayan bu yeni korku janrı, 2000'lerde Dead Snow gibi güçlü bir seri ile devam edecektir.
Nazi Zombi Filmlerinin yanı sıra 80'lerde bu türe korku edebiyatının büyükbabası H.P. Lovecraft'ın 1920'lerin başında yazdığı "Herbert West-Reanimator" adlı kısa hikâyesinden uyarlanan Re-Animator filmi eklenir. Cesetleri yeniden canlandıran bir serum geliştiren, etik değerleri şüphe götürür tıp öğrencisi Herbert West'e odaklanan Re-Animator, izleyiciyi aşırılıklara boğmaktan çekinmeyen ve kendini çok da ciddiye almayan bir zombi filmidir. Zombi kediler, yeniden canlandırılan kopuk bir kafa, morgdaki cesetlere yapılan tacizler, testereyle kafa kesme sahneleri, bir zombi tarafından yapılan cinsel saldırı ve aşırı şiddet içeren final sahnesi filmdeki aşırılıkların sadece birkaçıdır.
2000'ler ve 28 Days Later
28 Days Later (Danny Boyle - 2002)
2000'lere gelindiğinde bildiğimiz dünyanın sonunu ve kapitalizmin çöküşünü en iyi özetleyen yapımlar bizi selamlar. Bunlardan en başarılısı hiç kuşkusuz 28 Days Later'dır (28 Gün Sonra).
Filmde, Cambridge Primat Araştırma Merkezi'ne baskın düzenleyen bir grup hayvan hakları savunucusu, araştırma adı altında yapılan işkencelerin önüne geçmek için kapalı tutulan denek maymunları serbest bırakır. Fakat kanlarında ve salyalarında mikrop olan bu maymunların saldırısına maruz kalan aktivistler, maymunlara enjekte edilen "öfke"nin kendilerine bulaşmasıyla kısa sürede insanlıktan çıkarak saldırgan yaratıklara dönüşür. Normal insanın öfkesi, biraz artırılınca dünyanın sonunu getirebilecek bir salgına dönüşmüştür. Ve geride size yardım edebilecek hiçbir kurum kalmamıştır; tam tersine bize yardım etmesini beklediğimiz tüm kurumlar, karşımıza mücadele etmemiz gereken unsurlar olarak çıkar. Geçirdiği kaza nedeniyle hastanede baygın bir şekilde yatan Jim (Cillian Murphy), gözlerini açtığında felaketin üzerinden 28 gün geçmiştir.
28 gün içinde bildiğimiz dünyanın sonu gelmiştir. Yaşananlardan habersiz bir şekilde uyanan Jim, dışarı çıktığında kendisini boş Londra sokaklarında bulur. Muhtemelen filmin en güzel sahnelerinden birine de burada tanık oluruz.
Jim boş Londra sokaklarında yürürken ona Kanadalı grup Godspeed You! Black Emperor'ın East Hastings şarkısı eşlik eder. Hatta filmin yönetmeni Danny Boyle, 28 Days Later'ın film ve müzikleri için şöyle bir açıklamada bulunur: "Filmlerimin verdiği hisle müzik gruplarını eşlemeye bayılırım. Benim için Trainspotting Underworld'dür, 28 Days Later da Godspeed You! Black Emperor'dır."
Train to Buson
2000'lerin başlarına kadar kendini sinemada hakkıyla var eden "yaşayan ölüler", araya dizi furyasının girmesiyle birlikte bir süre beyaz perdeden çekilir. Uzun bir süre boyunca ölülerin hükümdarlığındaki dünyada insanların nasıl hayatta kaldıklarını dizilerde izleriz. Bu dönemin ardından, 2016 yılında yaşayan ölülerin sinemaya dönüşünün hakkını fazlasıyla veren bir film gelir: Train to Buson. Filmde bir baba ve kızını, Güney Kore'deki bir zombi salgınından kaçtıkları korkunç bir tren yolculuğunda izleriz. Tren yol almaya devam ederken salgından etkilenen kompartımanların sayısı da artmaya devam eder. Kendimizi özdeşleştirebileceğiniz – ve nefret de edeceğimiz – karakterle dolu Train to Busan, kaçışın zor olduğu kapalı alanları heyecan etkisi oluşturmada akıllıca kullanır.
Yaklaşık bir asır süren zombilerin yolculuğuna dönüp baktığımızda onların sadece kan ve et peşinde koşan yaşayan ölüler olmadığını görürüz. Onlar bazen kapitalizmin ta kendisi, bazen sonucu, bazen de sebep olduğu isyandır. Yine de en vurucu cümleyi Romero söylemiştir zaten: "Kapitalizm yaşayan ölüleri yarattı". (YK)