Suriçi’ndeki parke taşlı sokakları arşınlarken dar bir sokağın başından itibaren yayılan bir cümbüş sesi geliyor kulağımıza. “Diyarbekir yoluna ley… toydum düştüm toruna… bu sevdalar boşuna ley... delalımm, delalımm...”
İnsanın gayri ihtiyari omuzlarını titretmesine neden olan bir coşkuyla söylenen türkünün geldiği tarafa doğru ilerliyoruz.
Kapısında “Diyarbakır Kültür Evi” tabelası olan eski bir Diyarbakır evinden içeri giriyoruz. Gördüğümüz manzara inanılmaz. Daracık avlunun bir kenarında dört kişiden oluşan saz ekibi kulaklarınızı sağır edecek bir ses düzeniyle canlı müzik yaparken, elindeki mikrofonu kafasıyla birlikte sallayan adam boğazının damarlarını şişirerek şarkı söylüyor. Yan tarafta kurulan bir tezgahta iriyarı, pala bıyıklı bir adam çiğköfte yoğuruyor, baharatın iştah kabartan buram buram kokusu burnunuza geliyor. Bitişik nizam dizilmiş masalarda insanlar oturmuş çay içip, çekirdek çitleyerek alkışla tempo tutuyor. Bir taraftan da masalardan geri kalan daracık alanda birileri sandalyeleri iterek, zorla halay çekmeye çalışıyor.
Bu tuhaf durumu anlamlandırmaya çalışırken biri kolumdan tutup çekiyor beni. Aniden bir halayın içerisinde buluyorum kendimi. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Kolumda yapış yapış ter içinde, gözlerini yumarak kendini halayın coşkusuna kaptırmış, fazla kilolarına rağmen çevik hareketler yapan, nefes nefese kalmış bir teyze. O sırada birden hafızam siliniyor sanki. Halay çekmek nasıl bir şeydi? Ben niye buradayım? Kimim ben? diye düşünürken ayaklarım birbirine dolanıyor. Tıpkı yanlış ayakla oynayarak halayı bozan turistler misali tuhaf hareketler yapıyorum. O sırada masada duran çay bardaklarına tekme atmak geliyor içimden. Nerdeyse bağıracağım, sesim çıkmıyor. Güç bela kolumu kurtarıyorum.
Kimdi bu insanlar? Gün ortası neyin kafasını yaşıyorlardı? Nereden alıyorlardı bu enerjiyi? Garsonu aradı gözüm “O çayın içinde ne varsa aynısından ben de istiyorum” diyecekken kan-ter içinde zor atıyorum kendimi dışarı.
Hani etkilendiğiniz bir rüyayı anlattığınızda, söze döküldüğünde çok mantıksız bulup “saçmaymış be” dersiniz ya. İşte onun gibi bir şeydi gördüklerimiz. Afallamış bir suratla olayın şokunu atlatmaya çalışıyorum.
Ekim ayına rağmen hava halen sıcak. Diyarbakır’da yaşayanlar bilir. Haziran ayıyla birlikte şehir cehennem moduna geçer ve gökyüzünden başınıza yağan ateş parçaları bütün enerjinizi alıp götürür. Böylesi zamanlarda canınız hiçbir şey yapmak istemez. Herhangi bir aktivitede bulunmak için akşam serinliğini beklersiniz. Ve kent gözünüzde sevimsiz bir hal alır, kaçmak istersiniz.
Keşke yaz mevsimi boyunca kent boşaltılıp, kapıları kapansa, Eylül’de yeniden sezonu açılsa diye garip bir hayale kapılırım. Genellikle orta halli olanlar kente en yakın yer olan Hazar gölü çevresine kaçarken, maddi durumu biraz daha iyi olanlarsa Mersin’e ya da serinlemek için batıdaki denize kıyısı olan yerleri tercih eder.
Bu yıl şanslı sayılırım. Çünkü uzun zamandır artık çalışmak zorunda olmadığım için yazın Diyarbakır’dan kaçma hayalimi gerçekleştirebildim. Üç ay boyunca İstanbul’da kaldım.
Oysa ki, İstanbul bıraktığım gibi değildi. Devasa binalarla her tarafı betonarme olan kentte, cebinde İstanbul Kart’la, metrobüsten inip tramvaya, oradan inip otobüse binen, makineleşmiş, birbirine çarpmadan yürümeye çalışan insanlar. Sürekli bir keşmekeş ve koşuşturma hali.
Bir an her şeyi, herkesi durdurup, “Nereden geliyorsunuz? Nereye yetişeceksiniz? Bir durun, biraz soluklanın” diyesi geliyor insanın.
İnsanlarının ruhları da betonarme bir hal almış, koca bir şantiyeye dönüşen devasa kent gözümde iyice çirkinleşiyor. Eskiden tarla olan-olmayan her yere afili isimlerle ucube binalar dikilmiş.
İstanbul’un yeni fatihi Ağaoğlu’nun Maslak’ta yaptığı 1453 ile yapay bir şehir yaratarak, fetih hayalini gerçekleştirdiğini görüyorum. Yakında 1789 evleriyle Fransa’yı da yeniden fetheder diye geçirdiğim düşünceyi ise korkuyla iteliyorum kafamdan. Bu adam öbür tarafta da 622 Hicret Evleri’ni yaparsa hiç şaşırmayacağız.
Yağmur yağınca boyu 1.60’tan kısa olanların ve yüzme bilmeyenlerin dışarı çıkmamasının salık verildiği olimpik havuza dönmüştü İstanbul.
Gençlik ve öğrencilik yıllarını geçirdiğimiz, nefes aldığımız, kendimizi özgür hissettiğimiz tek alan olan İstiklal Caddesi’ne gidiyorum bu kez. Taksim Meydanı kimlik bekleyen anlamsız bir alana dönüştürülmüşken; İstiklal Caddesi ise ortada açılan inşaat alanının gürültüsü ve tozuyla, saç ektirdiği için kafaları kanlanmış sargı beziyle sarılı adamların, yüzü peçeli kadınların dolaştığı, dönerci ve nargilecilerden oluşan mantar gibi biten mekanlarıyla, değişen tabelaları, sokak sanatçıları ve profiliyle başka bir ülkeye teslim edilmiş gibi gözüküyor.
Gözünüz tramvayı, Alkazar Sinemasını, İnci Pastanesini, Emek Sinemasını, Kelebek Korse’yi arıyor ama nafile. Tanıdık bir yüze bile rastlamıyorum. İşim düşmedikçe gitmeme kararı alıyorum.
Kadıköy ve Beşiktaş’a gidince Beyoğlu’ndaki insanların aslında ölmediğini ve buralara taşınmış olduğunu görüyorum. Her tarafta açılan yeni mekanlarla tıklım tıkış bir Kadıköy’den yerleşik olanlar hoşnut değilmiş. Kadıköy sakinleri eski sakin günlerini özlüyorlarmış meğer. Burası da tat vermiyor.
Çocukken hafta sonları gittiğimiz adalardan medet umuyorum bu kez. Eminönü’ndeki iskeleye geldiğimizde mahşer yeri gibi kalabalıkla karşılaşıyoruz. Yolcular birbirini iterek vapura binmeye çalışırken neredeyse vapura uzatılmış iskelenin kenarından denize düşme tehlikesiyle karşılaşıyorum. Sinirlerim harap olmuş şekilde, balık istifi gibi dizildiğimiz vapurdan denizi bile göremiyorum.
Adalar iyi, hoş da buradaki kış yaşamının zorluklarını ve fiyatları öğrenince “Yine mi gol değil” deyip ensemi kaşıyarak geri dönüyorum. Hem zaten yolları çok yokuşlu, üstelik araba yok, bisiklet kullanmayı da bilmiyorum diye teselli ediyorum kendimi. Çocukluğumdaki ada hatıralarımı gözümde canlandırıp maziye tekrar bir selam çakıyorum.
Daha sonra bir arkadaşımın davetiyle İzmir’in Urla ilçesine gidiyorum. En fazla üç katlı evleriyle, huzurlu ve aydınlık yüzlü, sakin insanlarıyla şirin mi şirin bir yer. Evet, işte burası! “Acaba gelip buraya mı yerleşsem” diye düşünürken, İstanbul’dan kaçan özellikle akademi çevresinin soluğu burada aldığını öğreniyorum. Görüştüğüm esnaftan göçle birlikte başta ev fiyatları olmak üzere her şeyin abartılı biçimde pahalandığını ve mütevazı yaşamın zorlaştığını öğrenince deniz kıyısında münzevi bir hayat yaşama hayalim de başlamadan bitmiş oluyor.
Neyse “yine ne varsa Diyarbakır’da var” diyerek geri dönüyorum. Kentte imara açılan yeni yapılanmanın olduğu yerlerden hoşlanmadığım için gelir gelmez soluğu Suriçi’nde alıyorum. Zorunluluktan kaynaklı artık bundan sonraki yaşamını yurtdışında geçirmeye karar veren arkadaşım Elif’le birlikte yürüyoruz. Son zamanlarda ne çok kişi gitti ve kalanların birçoğu da gitme planı yapıyor. “Çocuklardan olmasa gitmek istemiyorum aslında” diyor Elif. Buraya ilk geldiğinde dolaşıp fotoğraf çektiği ve gönül verdiği sokaklarla vedalaşmak istiyor. O soğuk ve yaban ellerde asla yaşayamayacağımı düşünüp Elif’in yerine benim içim daralıyor. Belli etmemeye çalışıyorum.
Diyarbakır’a yeni gelmiş turistler gibi önce kavurmasıyla meşhur Edip Ustada kahvaltı yapıyoruz. Ardından Sülüklü Han’da kahve içmeye gidiyoruz. Avlu çok kalabalık. Yer bulmakta zorlanıyoruz. Avluyu tamamen kaplayarak gölgeleyen devasa dut ağacı, müziği, kahvesi ve ambiyansıyla her zaman huzur veren ve ruhunuzun dinlendiği bu mekan bambaşka bir hal almış. Müziği bastıran inanılmaz bir uğultu. Birbirimizi duyamıyoruz. Buranın müdavimi olan etnik etekli kadınları, uzun saçlı adamları gözlerim arıyor. Kediler bile gözükmüyor ortalıkta. Kalabalık bir tur grubu geliyor ve çılgınlar gibi selfi çekiyorlar. Normal zamanda bile burnundan kıl aldırmayan han çalışanları kalabalık nedeniyle kahvemizi epeyce geciktiriyor. Aradığımız huzuru bulamadan çıkıyoruz.
Gazi Caddesi’nde dünya yıkılsa her daim düğün parçaları çalan müzik marketin önünden geçiyoruz. Elif ucuz malzemeden yapılmış sur magnetleri satan bir tezgahın önüne gidiyor. Eline alıp bakıyor, almaktan vazgeçip surları aklında ve yüreğinde kaldığı haliyle beraberinde götürmek istiyor.
Dört Ayaklı Minare’nin halen kapalı olan sokağından göz ucuyla bakıyoruz. Çok değil daha üç yıl önce Surp Giragos Kilisesi’nin olduğu bu sokağa çan kulesinin açılışı, paskalya bayramı ve ayin için ne değişik insanlar gelirdi. Sokaklarda fotoğraf çeken yerli ve yabancı turistler. Henüz yerlerinden edilmemiş mahalle sakinlerinin onlara olan ilgisi. Cemilpaşa Konağı’nda yapılan tiyatroya gelenlerin koşuşturması.
Kadınların omzunda taşıdığı leğenlerin içinde, üzeri bezle örtülmüş, fırından yeni çıkmış sıcak ekmeklerin kokusu geliyor ve sızlatıyor burnumuzun direğini. Sokakta oynayan çocukların neşeli cıvıltıları geliyor kulağımıza. Şimdi hiçbiri yok. Aklımıza geldikçe yüreğimiz daralıyor. Elif’in durmadan gözleri doluyor. Her şeye yeniden bakmak istiyor, her yerin fotoğrafını çekmek istiyor son kez.
Ne çok şey değişmiş. Dışarıda duyulan müziklerden, satılan ürünlere, insan profiline kadar. Sanki kent boşaltılmış yerine yapay bir şey yerleştirilmişti. Artık burası da başka bir Diyarbakır’dı. Hele ki kültür evinde yaşadığımız şoktan sonra. Hemen iki sokak ötede evlerini boşaltmamak için çabalayanların olduğu yıkımdan bihaber bu insanlar bir şeyleri unutmaya mı çalışıyordu yoksa unutturmaya mı? Kimdi o insanlar, neyi temsil ediyordu? İçi boşaltılmış bir kültürün yansımasıydı sanki yaşananlar. Bu değişimin sosyolojik veya psikolojik boyutunu elbette ben bilemem. O kadarını uzmanlar düşünsün. Yaşadığım bu berbat tecrübelerden sonra şimdilik evden dışarı çıkmamaya karar veriyorum. Kafamı kuma gömerek, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyorum.
Hasılı kelam benim anladığım tek şey; hayatlarımıza ve yaşam alanlarımıza bu kadar zarar verilen bu yeryüzü parçasında artık gidecek bir yerimizin kalmadığı…
Bir mezar yeri bulabilirsek ne alâ… (BD/EKN)