Bir haftadır TV izlememiş olmanın getirdiği zihin berraklığını geçen Cumartesi (7 Eylül 2013) yaşadığımız “olimpiyat heyecanı” bozdu. Evimdeki TV servisinin sunduğu Türkçe kanalların yarısından fazlasında olimpiyatlara ilişkin tartışma programları vardı. Bazı kanallarda on saati geçen programlar yapıldı. Sonrasını hepimiz biliyoruz. İstanbul maalesef kaybedince twitter’da büyük bir savaş yaşandı. Hükümet taraftarları bu başarısızlığa eleştiri yöneltenlere “kına yakma” tavsiyesinde bulundular (yani hakaret ettiler). Bu tatsız geceden bakiye kalan merakımla İstanbul’un olimpiyat yarışında nerede durduğuna bakmak ve bu konuda çalışan ekibin performansına ilişkin bir fikir sahibi olmak istedim. Yani İstanbul’u olimpiyat yarışına sokanlar acaba iyi iş çıkarmışlar mı? İstanbul acaba önyargılar nedeniyle mi kaybetmiş?
Zihinlerdeki sorulardan biri, “Batılı güçlerin” Türkiye’ye önyargı ile bakıp bakmadığı. Anladığım kadarıyla Türkiye nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olması tanıtım ekibince bir reklam malzemesi olarak kullanılmadı fakat sunumlarda ve demeçlerde bu öğeye sıkça vurgu yapıldı. Tanıtım materyalinde İslam vurgusundan kaçınılırken demeç ve sunumlarda bu öğeye sıklıkla atıf yapılması tanıtım ekibi ve ekibin arkasındaki siyasi iradenin net bir stratejisinin olmadığını gösteriyor.
Daha da önemlisi bu, son derece tutarsız bir tutuma işaret ediyor çünkü baştaki niyetle sondaki söylem birbiri ile zıt: Yani eğer başvurunuzu değerlendiren komitenin İslam’a önyargısı varsa bu tema, sunum ve demeçlerde neden öne çıkarıldı? Benzer şekilde bu strateji tutmayınca neden komite suçlandı? Öte yandan ortada gerçek bir önyargı olup olmadığını anlayabilmek için öncelikle Müslüman çoğunluğa sahip kentlerin sistematik şekilde reddedilip reddedilmediğine bakmak gerekiyor.
İlk olimpiyat oyunlarının gerçekleştiği 1896’dan beri 67 kentin olimpiyatlara ev sahipliği için başvurduğunu fakat bu kentler arasında nüfus çoğunluğunu Müslümanlar’ın oluşturduğu kentlerin listede tutumlu şekilde yer aldığını görüyoruz. Yani eğer gayrimüslim nüfus çoğunluğuna sahip kentlerin “reddedilme oranları” Müslüman çoğunluğa sahip kentlerinkinden daha büyük.
Burada çarpıcı olan bir diğer durum (dönem itibariyle bağımsız olmayan) İskenderiye’nin 1916 ve 1936 başvuruları haricindeki tüm başvuruların 2000 yılı sonrasına denk düşmesi. Bu son on yıl içinde bu kentler birbiriyle rekabet de etmiş. Yani “Müslümanlar’a ayrımcılık” yapıldığına dair kanaati besleyecek sayıda başvuru yapılmadığını vurgulamak faydalı olabilir. Bu nedenle yapılan “ayrımcılık çığırtkanlığı” da mağlubiyet mızmızlığı olarak değerlendirilebilir.
Öte yandan toplam 5 başvuru yapmış İstanbul öne çıkıyor. Yani eğer Müslüman olmak bir dezavantaj ise bunu herhalde en fazla İstanbul yaşadı. Fakat mazlumluğun vahameti başarısızlığın ölçeği ile doğru orantılı. Bugüne kadar olimpiyatlara ev sahipliği için başvuru yapan 67 kentin 44 tanesi olimpiyatları alamamış. Bu elbette yarışın doğal bir sonucu. Aşağıdaki tablo bu yönüyle başarısızlığın ölçeğine ilişkin bir fikir veriyor.
Kaynak: http://www.olympic.org/olympic-games; http://www.gamesbids.com/eng/past.html; http://www.aldaver.com/votes.html
Nüfusunun çoğunluğu gayrimüslim olan Detroit bu açıdan gerçekten “hezimete doymamış” kentlerin başında geliyor. 1944-1972 yılları arasındaki 28 yılda yedi kez başvuru yapmış bu kent, bildiğimiz üzere dönemin sınai merkezlerinden biriydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lerdeki krize kadar olimpiyatlara ilgisini koruyan kent ahalisi krizle birlikte dikkatini kentin iktisadi sorunlarına yoğunlaştırdı.
Bir ikinci başarısızlık örneği ise Budapeşte. Bu kentin olimpiyat mücadelesi bir yönüyle Detroit’ten daha ağır bir yenilgiye işaret ediyor çünkü her ne kadar kent olarak Detroit olimpiyattan yana şanslı olmasa da ülke olarak ABD sekiz kez bu uluslararası faaliyete ev sahipliği yapmış. Macaristan’da ise ne Budapeşte ne bir başka kent olimpiyat ev sahipliği yapamıyor ve Budapeşte bu mücadeleden beş kez mağlup ayrılıyor. Diğer taraftan Budapeşte başvurularını 1916-1960 arasında yani neredeyse yarım asırlık bir dönemde gerçekleştiriyor. Bu uzun dönemde farklı siyasi koşulların hâkim olduğu düşünülürse her başvurunun kendi tarihsel konjonktürü içinde değerlendirilmesi gerektiği sonucuna ulaşabiliriz.
Listenin geri kalanına baktığımızda ise İstanbul dışında benzer çapta bir başarısızlığa uğrayan bir başka kentin olmadığını görüyoruz. Ve maalesef Türkiye adına hezimet çok daha ağır çünkü Türkiye (ABD’nin aksine) İstanbul dışındaki bir kente olimpiyatı getiremediği gibi (Macaristan’ın aksine) en önemli kentini uzun bir zaman diliminde değil, peşi sıra beş kez bu yarışta mağlup duruma sokmuş. Toparlamak gerekirse olimpiyat mücadelesi tarihinde dünya ölçeğinde en kötü performansı açık ara İstanbul ve dolayısıyla Türkiye göstermiş.
Kronik hezimetin nedenleri
Tahmin edeceğiniz üzere olimpiyat başvuru tanıtımına çok para harcanıyor. Reklam ajanslarına, lobi yapacak grup ve şirketlere ve TV kanallarına kaynaklar akıtılıyor. Dolayısıyla ilk başvurusunda başarısız olan kentlerin yarısı bir daha başvuru yapmaya kalkışmamış.
Bu durum da bizi elbette ilk başvurusunda olimpiyat alamayan bir kentin neden başvuru yapmaya devam ettiği sorusuna götürüyor. Birçok durumda başvuru yapan kent başarısız olduğunda o ülkenin diğer kentlerine fırsat tanınmak istenmekte. Yani genel olarak “başarısız” kentlere ikinci bir fırsat verilmemiş çünkü bu tip bir tercih akıllıca bulunmamış. Örneğin Türkiye bağlamında neden Ankara, İzmir ya da belki nüfusu bir milyonu geçen bir başka kente aday olma fırsatı verilmediği sorusunu burada dillendirmek gerekiyor. Diğer bir deyişle hezimetin nedenleri kadar bu hezimeti kronik hale getiren etmenlere bakmak lazım. Bu bağlamda İstanbul’un Türkiye için en uygun olimpiyat kenti olup olmadığı sorusu ele alınabilir.
İstanbul hâlihazırda Türkiye’nin Antalya’dan sonra en çok turist çeken kenti. Olimpiyat izleyicisi turistler kentten ziyade oyunları seyretmek için olimpiyatın yapılacağı ülkeye geliyorlar. Öte yandan bu turistler, olimpiyat-dışı nedenlerle gelen turistleri o sezon için o ülkeden kaçırıyorlar çünkü olimpiyat daha pahalı barınma ve uçak bileti demektir. Demek ki İstanbul ve Antalya dışında bir ilde yapılacak bir olimpiyat ülkeye daha çok döviz girdisi sağlayabilirdi. Dolayısıyla “İstanbul ısrarı” doğrudan “millet sevgisi” ile açıklanamaz çünkü bu tür bir yaklaşımdan hareket edilseydi geçtiğimiz yıllarda örneğin Van ya da Konya da olimpiyat için aday olarak gösterilirdi. Kazanamasalar bile bu kentlerin tanıtımı yapılmış olurdu.
İstanbul’un rekabet açısından Türkiye’nin diğer kentlerine göre bariz bir üstünlüğü olduğu da aslında tartışmalı. Şu ana kadar 23 kentte olimpiyat düzenlenmiş. Bu kentlerin 2012 itibariyle kişi başına gelirine baktığımızda, yüzyıldan uzun bir serüveni olan olimpiyatların genelde zengin kentlere verildiğini görüyoruz. Yani (eğer olimpiyatları almış olsaydı) İstanbul bu başarıyı gelir dezavantajına rağmen elde etmiş olacaktı.
Kaynak: EuroStat; http://www.brookings.edu/research/interactives/global-metro-monitor-3
O zaman İstanbul’a ilişkin bu ısrarın nedenini başka yerlerde aramak gerekiyor. Olimpiyat sayesinde gerçekleşecek inşaat yatırımlarına muhtaç müteşebbis kesimin iktidar partisine özellikle bu dönemde yaptığı baskı bu soruya bir cevap sunabilir. Yüksek arsa fiyatları nedeniyle İstanbul’un diğer kentlere nazaran daha büyük rant fırsatları vaat etmesi İstanbul saplantısını körüklemiş olabilir. Anlaşıldığı kadarıyla İstanbul’un tanıtım ekibi 2020 olimpiyat projesi için 19 milyar dolar harcayacağını taahhüt etmiş. Öte yandan Tokyo yaklaşık 5 milyarlık yatırım vaat ederken, Madrid sadece 2 milyarlık bir harcamayla bu işi kotarabileceğini iddia etmiş. Atina’daki olimpiyatların 15 milyar dolara mal olduğunu ve ülkeyi batırdığını biliyoruz.[1]
Kısacası İstanbul, Tokyo’dan 4, Madrid’den 10 kat daha büyük bütçeli bir projeyle yola çıkmış. Bunun somut hayattaki karşılığı, tıkanmaya başlayan inşaat sektörüne canlanma sağlayacak bir (ölü) yatırım alanı yaratmaktır. Dolayısıyla İstanbul olimpiyatları siyasi iradece bir taraftan (özellikle Gezi gösterileri nedeniyle siyasi iktidar için hayati hale gelen) kısa vadeli ve gündem değiştirme amaçlı bir halkla ilişkiler kampanyasının bileşeni diğer taraftan borçlanma-temelli bir yatırım furyasını tetikleyecek bir faaliyet olarak görüldü. Mevcut iktidar içine düştüğü sıkışıklıktan kendini kurtarmak için İstanbul olimpiyatlarına bel bağladı. Anlaşıldığı kadarıyla olimpiyatlar ev sahibi ülkeye yaklaşık 6 milyar dolarlık bir gelir getirmekte ve bu, olimpiyatın hangi ülkede yapıldığından bağımsız bir rakam.[2] 19 milyarlık bütçe bu yönüyle bakıldığında en az 10 milyarlık bir borç bırakacakken İstanbul’da bu bütçeyle bir olimpiyat düzenleme hevesini işte bu ölü yatırım hırsı dışında bir başka saikle açıklamak güç.
Dolayısıyla İstanbul’un olimpiyat yarışını beşinci kez kaybetmiş olması bir yönüyle hayırlı bir durum çünkü iyimser bir tahminle 10 milyar dolarlık bir borç yükü yaratacak bu tip bir yatırımın zaten Türkiye’nin dünyaca bilinirliği en yüksek kentinde gerçekleştirilmesi pek de mantıklı gözükmüyor. Bu açıdan bakıldığında İstanbul’un olimpiyatları kaybetmesine sevinenler ve sevinenleri “gayri-milli” olmakla suçlayanlar arasındaki tartışma farklı bir anlam kazanıyor.
İktidarın kronik hezimetteki rolü
Peki, bu hezimetin sorumlusu kim? Sorumluyu Müslüman-karşıtları arasında aramak için elimizde yeterince veri yok. Uzun-erimli tarihsel etmenlere de atıf yapamayız çünkü tüm başvurular kesintisiz biçimde son 14 yılda yapıldı. Öte yandan Türkiye’nin 2000 yılından beridir gerçekleştirdiği 5 başvuruda da İstanbul’u aynı kadronun (RP ve AKP) yönettiğini biliyoruz. 2001’den itibaren bu kadro ülke yönetiminin başına geçti ve iktidarı hiç kaybetmedi. O zaman İstanbul’u 5 sefer mağlup olacağı bir yarışa sokan kadronun bu hezimette bir rolü olsa gerek. Bu rolü şöyle özetleyebiliriz.
Son 14 yıldır devam eden mücadeleye aktarılan kaynaklar başarıya ulaşma ihtimali düşük bir yatırım için harcandı. Kamuoyu bilgilendirilmedi ve İstanbul geniş katılımlı bir tartışmaya mahal verilmeden 2000 yılından beridir tam beş kez bu yarışa sokuldu. “Kıtaları bağlayan kent” imajı bu süreçte soluklaştı ve bu soluk imaj kente ilişkin estetik neredeyse her öğeyi banalleştirdi. Tüm bu süreç içinde Budapeşte ya da Detroit’i mazur gösteren etmenler İstanbul için geçerli değildi.
Daha da vahimi RP/AKP ekibi İstanbul’u son 20 senedir yönetmesine rağmen bu dinamik metropolü bir olimpiyat kenti statüsüne yükseltmeyi başaramadı. Bu statünün gerektirdiği somut yatırımları ve planlamayı gerçekleştiremedi. Bu beceriksizliği en açık şekilde, nihai kararı verecek komitenin önüne Mayıs 2012’de getirilen değerlendirme raporunda görüyoruz. Raporda spor tesislerinden finansa, çevreden ulaşıma kadar birçok parametrede İstanbul’un yetersizliği ortaya konmuş.[3] İroniler bu bağlamda su yüzüne çıkıyor: Doping kontrolünün yetersizliği vurgulanmakta ve müteakip doping skandallarının sinyalleri verilmekte. Gezi gösterileri sırasında sistematik şiddet uygulayan siyasi iradenin İstanbul’da “güvenlik-emniyet” konusunda sınıfta kalması ise bir başka gariplik. Raporun tesliminden sadece bir sene önce yakınında nükleer santral patlayan Tokyo İstanbul’dan daha yüksek bir “çevre” puanı alabiliyor. Tabii ironiler bununla kalmıyor. İstanbul bu değerlendirmeye göre sadece iki konuda yeterli bulunmuş: gümrük-vize ve halk-hükümet desteği. Yani siyasi irade sınırları iyi tutuyor (ki bu da Suriye’deki durum nedeniyle artık tartışmalı bir iddia) fakat içeride ne olduğuyla çok da ilgilenmiyor. Öte yandan halk tüm bunlara rağmen yine de hükümete koşulsuz destek veriyor. Halk desteğinin en düşük çıktığı kent ise olimpiyatları alan Tokyo. Yani “kına yakması” söylenen türde çokça insanın olduğu Tokyo başarı elde ederken, ahalisinin yüzde 87’sinin desteklediği İstanbul yine kaybetmiş.
Tablonun büyük hali için tıklayın.
Fakat Türkiye’de siyasi irade eleştirilmeden işleri yürütmeye alışmış olacak ki olimpiyat tarihinin en başarısız ülkesi olan Türkiye’de çıkan “çatlak” sesler kendisini ancak twitter’dan ifade edebildi. Olimpiyatları almak için gerekli spor tesisleri, medya merkezi, konaklama, enerji, iletişim gibi somut konuların hiç birinde “tatmin edici bulunmayan” bir kenti 20 yıldır ve koşulsuz halk desteği ile yönetme lüksüne sahip ekibin ve bu ekibin taraftarlarının hırçın tepkileri ise bir yönüyle anlayışla karşılanabilir. Raporda İstanbul’un aldığı en düşük puan, bu tip faaliyetleri düzenlemeye ilişkin “faaliyet deneyimi” konusunda alınmış. Yani raporda bu işi kotarması beklenen siyasi iradeye güven beyan edilmemiş.
Başa dönersek ve bu atışmayı bir kenara koyarsak önümüzde duran somut sonuçlara yoğunlaşabiliriz:
- Zengin olmayan kentler nadiren ve istisnai durumlarda olimpiyatlara ev sahipliği yapabiliyor. Olimpiyat komitesinin olimpiyatlar vasıtasıyla kentleri ihya etmek gibi bir misyonu yok.
- Olimpiyatlar da en azından son dönemlerde zaten kentleri ihya etmiyor. Bazı durumlarda ülke ekonomisini zor duruma düşürebiliyor.
- Fakat yine de RP/AKP çizgisi için olimpiyatlar belli ki çok önemliymiş. Yirminci yüzyıl boyunca başka hiçbir kentin ve ülkenin yaşamadığı bir hezimeti bize herhalde bu istekleri nedeniyle tekrar tekrar yaşattılar. En vahimi son seferinde 10 saatlik bir TV bombardımanı ile de benim gibi konuya ilgisi olmayan kişilere bile bu hezimeti ilan ettiler. İstanbul bir sonraki olimpiyatları alsa bile artık fiilen bir alay konusudur.
- RP/AKP çizgisi 1994’den beri İstanbul’u, (önceki koalisyonları eklemezsek de) 2001’den beri de Türkiye’yi yönetiyor. Kesintisiz biçimde 20 yıldır yönettikleri bir kent üst üste 5 sefer girdiği olimpiyat mücadelesinden 5 kez mağlup ayrılıyor: Olimpiyat tarihinde ülke bazında böyle bir hezimet yok. Bu hezimeti İstanbul’a ve Türkiye’ye RP/AKP çizgisi yaşattı.
Olimpiyatlar Türkiye’de tartışılmadı. Türkiye’nin olimpiyatlara ev sahipliği yapmaya ihtiyacı olup olmadığı üzerine konuşulmadı. İstanbul’un bu iş için en uygun kent olduğu varsayımından hareket edildi. Türkiye ekonomisinin bu sürecin altından kalkıp kalkmayacağı da sorun edilmedi. İstanbul’u sevdiğini söyleyen insanların daha önce dört sefer reddedilmiş İstanbul’u tekrar masaya sürmelerinin ne kadar mantıklı bir strateji olduğu üzerine kafa yorulmadı.
Ve 20 senedir bu kenti yöneten siyasi çizgi, İstanbul’a diğer hiçbir kentin yaşamadığı bir hezimetler zincirini yaşatırken işin içinden “nasip değilmiş” diyerek çıkabiliyor. Eleştirenleri hainlikle suçluyor ve “kına yakmalarını” emrediyor. İşin ironik tarafı ise (benim gibi meseleye ilgi duymayan insanları bile kışkırtan) garip bir medya stratejisi ile bu konuyu insanların gözüne sokarak ülke gündemini değiştirmek istemeleri. İşler iyi gitmeyip “değerli yalnızlıklarına” gömülünce geri dönüp manipüle etmeye çalıştıkları insanlara hakaret etmeye başlamaları da işin tuzu biberi elbette. Dış siyasette altın tepside sunulan kolay zaferlere alışık bu kesimin hırçınlığı da bu zahmetsiz zaferlerin yol açtığı kolaycılıkla birebir alâkalı. Benim açımdan ise mesele İstanbul’un beş sefer olimpiyat masalarına meze yapılmış olması… (UB/HK)
[1] http://www.olympic.org/olympic-games
[2] http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/09/130907_olimpiyat_kentler.shtml
http://ekofinans.internethaber.com/turkiye-2020-olimpiyatlar-icin-ne-kadar-ayirdi-h23128.html
[3] http://www.theatlantic.com/business/archive/2012/07/3-reasons-why-hosting-the-olympics-is-a-losers-game/260111/
[4] http://www.olympic.org/Documents/Host_city_elections/Final-report-2020-Working-Group-English.pdf