İsmail Hoca'yı tanımadan kitaplarıyla tanı(ş)mıştım. İlk evvel belki bugün artık Doğu'ya dair ilk eskizler, ilk karalamalar olarak telakki edilecek ve Hoca'nın da "Bunları ben mi yazmışım!" diye sorabileceği metinlerdir: "Doğu Anadolu'nun Düzeni" veya "Doğu'da Değişim ve Yapısal Sorunlar-Göçebe Alikan Aşireti."
Kapağında, küçük kardeşini sırtında taşıyan bir ablanın fotoğrafı olan kitap daha dün gibi aklımda. 12 Mart gelince çatı arasına gizlediğim ilk kitaptı Beşikçi'nin "Doğu Anadolu'nun Düzeni."
Sonra adı şimdilerde çokça bilinen ama artık "modadan düşmüş" gibi pek de okunma ihtiyacı duyulmayan her biri bin yıl geçse de resmî tarihe cepheden karşı duruşu ifade eden kitaplar ve cesur metinlerdi Hoca'nın yazdıkları.
Geleneksel Kürt tarihinden beslenen metinler
İşte bana göre Beşikçi'yi asıl "Beşikçi Hoca" yapan metinler "Bilim Yöntemi" başlığı altında Komal Yayınları'nın 1970'lerde bastığı metinlerdi. "Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi", "CHF Programı ve Tüzüğü", "Güneş Dil Teorisi", "Muğlalı Olayı ve Otuzüç Kurşun", "Kürtlerin Mecburi İskânı" ve diğerleri...
Hoca, Bilim Yöntemi başlığı altındaki kitaplarını peş peşe yazıp yayımlattığında farklı ruh hallerine "sebebiyet" veriyordu.
Kürt cephesinde o güne dek dile getirilenler; "sistematize edilmeden" genellikle bölük pörçük, çoğu kez mahkemelerde savcıların iddianamelerine cevaben Kürt aydınlarınca dile getirilmeye çalışılan "savunma" denebilecek geleneksel Kürt tarihinden beslenen metinlerdi. Bu metinlerin ana ekseni "Kürt'ün varlığının ispatı" üzerine bina edilmek olan aydın çabalarıydı.
Oysa Beşikçi Hoca ilk kez, hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin başkentinde ve bizatihi Orta Anadolulu bir Türk aydını olarak bilimsel kriterlere göre yazılmış derli toplu "Kürt Realitesi"ni Türkiye Cumhuriyeti'nin reel politiğine ithafen "İşte, bak ve oku, Kürt'e dair gerçekler burada yazılıyor" diyordu.
Resmî ideolojiden beslenen, ağırlıklı olarak da üniversite çevrelerinin maaşlı ve kadrolu "akademisyen" tetikçileri sistemin reel politiğini alaşağı eden bu bilim(sel) metinleri(ni) şiddetle reddediyorlardı.
O denli pervasızlaşıyorlardı ki; çoğu kez "tek parti" sultasının "sipariş" ettiği "Türk Kürtleri" tezlerini bir kez daha Beşikçi'nin metinlerine karşı devlet desteğiyle yeniden ısıtıp "kamuoyuna" servis ediyorlardı.
Sakin, munis, ne yaptığını bilen...
Sadece bu "sıcak servisle" yetinmeyip "Bakın işte hain burada!" deyip elbirliğiyle "İngiliz ajanını, hainini!" ihbar da ediyor ve Hoca'nın yaşam alanlarını alabildiğine daraltıyorlardı.
Bu nokta-i nazarda elbette '70'li yılların savcı ve hâkimleri de boş durmuyor. En ağır cezaları talep eden savcıların iddianamelerine anında cezaî yaptırımla yanıt veriyorlardı dönemin yargıçları!
Beşikçi Hoca ise sakin, munis, mütedeyyin ve ne yaptığını bilen bir feylesof olarak halk bilgeliği zırhının olanca efendiliğiyle hırkasını sırtına geçirip mahpus yatmanın tevekkülünü diğer tüm mahpuslara gösteriyordu. Mahpus arkadaşları onunla hapis yatmanın onurunu yıllar sonra anıları ve birer kare fotoğrafları ile paylaşıyorlardı.
Ben Beşikçi'yi Mülkiye'de sanırım ikinci sınıf öğrencisi iken 1975 yılında Zafer Çarşısı'nda, o günlerin çok sık uğrak yeri olan bir Kürt'ün, Ümit Fırat'ın kitabevinde tanıdım.
12 Mart'ın hemen öncesi devrimcilerine öykünerek Siyasal'ı (Mülkiye) birinci tercihle seçmiş ve ayağında siyah postalı, sırtında haki renk parkası olan ve kendini "devrimci" olarak gören bir üniversite öğrencisi idim.
Devrimin yakın olduğuna inanıyordum. İnanmakla kalmayıp halkların kardeşliğinin ancak sosyalizm için halkların birlikte devrim yapmasıyla mümkün olacağına iyiden iyiye inanmış, inandırılmıştım.
Bir garip adam
İsmail Beşikçi bizler için farklı kelamlar eden, çoğuna katılmadığımız, hatta "Kürt milliyetçiliği"ni çağrıştırdığını sandığımız sözler eden bir garip ve tuhaf adamdı.
İlk görüştüğümüz gün o kitabevinde Irak'ta Kürtlere yapılan haksızlıklardan söz ediyor ve şöyle diyordu; "İspanya İç Savaşı'nda cumhuriyetçiler, faşistlere karşı savaşırken Mussolini'nin adamları cumhuriyetçi askerlere uçaklardan bomba yağdırıyordu. O bombaların bir bölümü düştüğünde patlamıyordu. Cumhuriyetçiler o patlamayan bombaların başlıklarını söktüklerinde bir kâğıt parçası ile karşılaşıyorlardı. Ve kâğıt parçasında bir sınıf dayanışması ibaresi vardı: 'İtalyan İşçi Sınıfından İspanyol Cumhuriyetçi ve Devrimcilerine selam!' İşte sınıf ve halklar dayanışması böyle bir şeydir. Bugün (1975) Kuzey Irak'ta, Baas rejimi Fransa'dan satın aldığı savaş uçakları ve bombaları ile Kürtleri katlediyor. Eğer Fransız İşçi Sınıfı 'Biz Kürt kardeşlerimizi kendi ürettiğimiz savaş silahları ile vurmayız/vurmamalıyız,' diye diretmiyor, aksine üçüncü dünya ülkelerine satılan askerî malzemelerin rantından da besleniyorlarsa o işçi sınıfının da bu katliamda rolü vardır."
Doğrusu bu ifadeler bizler için çok farklı ve onaylayamayacağımız sözlerdi. Sonuçta ortada "reel sosyalizm" vardı. Sovyetler Birliği'nin başını çektiği "Dünya Sosyalist Sistemi" vardı. O sistem ki bütün ezilen halkların ve sömürge ülkelerin hamisi, koruyucusuydu. Maazallah Sosyalist Sistem ve Sovyetler Birliği olmasaydı halimiz nic'olurdu? Bu Beşikçi de neler diyordu? Sözlerine katılmak mümkün değildi. Sonra Baas rejimi de "sosyalist" değil miydi? Kürtler de canım bir miktar "ayrılıkçılık" yapmamalıydı. Hem sonra Milli Mesele'de "parça" ve "bütün" mevzuu yok muydu? Gerekirse topyekûn kurtuluş için parçanın haklarından feragat etmesi de bir çözüm değil miydi? O halde Beşikçi'nin yaptığı düpedüz milliyetçilikti! Zaten sosyalizmle milliyetçilik de anlaşamazdı. Bu durumda bizler vicdanen rahat olmalıydık!
Küllerinden doğan Anka kuşu gibi
İtiraf etmeliyim ki, 12 Eylül 1980 askerî darbesinin tokadını yiyip her birimiz bir yana dağıldıktan epey sonra "Kürt yüzümüz"le yeniden yüzleşme gerçekliği zuhur etti. Bu yüzleşmenin birçok alt bileşeni vardı. Diyarbakır Cezaevi. Türk solunun neredeyse bitişi. Kürtlerin küllerinden doğan Anka kuşu gibi yeniden muhalif kimlikle sahneye çıkışı.
Ve tam da böylesine kan, barut ve ateşin bir de ihanetin at başı gittiği bir dönemde bu kez yeniden İsmail Beşikçi'nin Kürtlere olan ilgisini destekleyen yazı ve sözleri ile ben buradayım diyordu. İşte bence Beşikçi'yi Beşikçi yapan tam da buydu.
Şimdi geriye dönüp baktığımda biraz karmaşık ruh halimi yansıtan İsmail Beşikçi "tanışıklığımı" dile getirirken, itiraf etmeliyim ki bir miktar da geçmişin özrü, ama büyük ölçüde de bir hak ve hakkaniyet teslimi nedeniyle ben İsmail Beşikçi metinlerinden "Bilim Yöntemi" dizisini çok ayrı bir yere hatta başucuma koyduğumu söylemeliyim...
Kürt'ün Cumhuriyet'le yaşıt varoluşunu ispatı vücut tarihi ve serencamı yeniden yazılırken Beşikçi bir vicdandır. Ve bütün Kürtlerin Beşikçi'ye vicdan ve vefa borcu vardır...
Beşikçi zor zamanların mürşidi olmayı çokça zamandır hak eden bir derviştir. Sözü, asıl söylenmesi gereken tuhaf ve zor zamanlarda söyleyip tarihe adıyla not düşüren bir modern çağ ulemasıdır. (ŞD/AÖ)
*Not: Bu metnin daha uzun hâli Mart 2011 tarihinde İletişim Yayınları'ndan çıkan "İsmail Beşikçi" kitabında yayınlandı. TÜYAP Diyarbakır 7. Kitap fuarında Arjen Ari şiir yarışmasında onur ödülü verilecek olan İsmail Beşikçi için Evrensel Gazetesi kitap fuar eki ve biamag'de yayınlanmak üzere kısaltılıp yeniden düzenlendi.