1951'de bizzat Amerikan askeri idaresinin önerisi ve desteğiyle bir "soğuk savaş" aygıtı olarak yola çıkan Berlin Film Festivali (kısaca Berlinale) 60. yaşını kutluyor. İki Almanya'nın birleşmesinin de 20. yıldönümü olması, yaşgünü partisine ayrı bir coşku katıyor.
Epeyce kabarık programıyla, geçmişin klasiklerinden oluşan özel gösterimler ve retrospektifleriyle bu sene her zamankinden daha görkemli bir sinema şöleni planlanmış. Gerçi adet olduğu üzere, medyanın gözleri yine daha çok 20 filmlik yarışma bölümüne ve konuk starlara odaklanmış durumda, ama kuşkusuz Berlin Film Festivali bundan çok daha fazlasını temsil ediyor.
11 Şubat'ta başlayan ve 20 Şubat'taki ödül törenine yaklaşıldıkça ritmi daha da hızlanan bu dev sinema şenliğinin kalitesini, bir faninin üç beş gün içinde görebileceği sınırlı sayıdaki filmin kalitesiyle tartmak kolay değil, adil de sayılmaz. Fakat herkesin gözünü diktiği yarışma bölümünü baz almak gerekirse, filmlerin ortalama düzeyi bir 60. Yıl partisinden beklenebilecek olanın bir hayli altında görünüyor. En azından finiş çizgisine üç gün kala gördüğümüz manzara bu. Ama yarışma varsa sürpriz de vardır; son ana kadar şapkadan ne çıkacağı belli olmaz. Hele de şapkayı elinde tutan kişi, Werner Herzog gibi eksantrik bir sinemacı ise...
Pastayı kesen Herzog olunca...
Festivalin jüri başkanı Herzog olduğuna göre, ödül töreninde ortamın daha da şenlenmesi beklenebilir. Bir söyleşisinde geçen sene sadece iki film izlediğini, ikisinin de birbirinden berbat olduğunu, o yüzden adlarını anmamayı tercih ettiğini söylüyordu örneğin. Bir başka söyleşide, daha açık konuşuyor: "Her zaman söylemişimdir, filmlerin aslında ödüle ihtiyacı yoktur. Ödül dediğimiz şey, daha çok tarım fuarlarında en fazla süt veren ineğe verilir."
Hakkında ne kadar şey bildiğini sansa da insan, Herzog'un geçmişiyle ilgili her gün yeni bir şey öğreniyor. Giriştiği bir bahsi kaybedince ayakkabısını pişirip yediğini (1), BBC'ye röportaj verirken bir keskin nişancının kurşununa hedef olduğunu ve yarasına rağmen söyleşiye devam ettiğini, "Fitzcarraldo"da Klaus Kinski'yi ancak silah zoruyla sette tutabildiğini biliyorduk da, mesela yine bahis üzerine bir kaktüsün üzerine atladığını yeni öğrendim!
Bir filminin çekimleri sırasında, oyuncuların başına gelmedik kaza kalmayınca (ki bu acayip filmin oyuncu kadrosu tümüyle cücelerden oluşuyordu!) "Eğer bu setten herkes sağ salim çıkarsa kendimi bir kaktüsün üzerine atacağım" demiş, demekle kalmayıp çekimler bittiğinde bu vaadini yerine getirmiş!
Velhasıl, Berlinale'nin 60. yıl partisinin pastasını kesmek için Herzog'dan daha şenlikli bir yönetmen zor bulunurdu doğrusu.
Polanski'nin hayaleti
Kendisi bizzat katılamasa da filmiyle bu şenliğe katkıda bulunan Roman Polanski'nin adeta hayaleti dolaşıyor Berlin'de. Yönetmenin Eylül ayında Zürih havaalanında gözaltına alınması üzerine tamamlanması tehlikeye düşen, ardından post-prodüksiyon işlemleri gıyabında tamamlanan "Hayalet Yazar" (Ghost Writer) adlı son yapıtının dünya prömiyerinde asıl ilgi odağı, filmin oyuncuları Pierce Brosnan ve Ewan McGregor'dan ziyade, bütün bunları İsviçre'deki dağ evinden izleyen Polanski'nin kendisiydi. Filmin basın toplantısında en çok konuşulan kişi de oydu.
Berlinale'deki gösterimin yönetmene katkısı ise en azından şu oldu: Bu sayede Polanski'nin ismi, geçmişte işlediği yüzkızartıcı bir suçla birlikte bunca zaman anıldıktan sonra, tekrar sinema adına yaptıkları ile anılmaya başlandı.
Berlin'de yokluğuyla konuşulan bir başka yönetmen daha var; Jafar Panahi. İran sineması üzerine düzenlenen bir panele konuşmacı sıfatıyla davet edilen Panahi'ye İranlı yetkililer ülkeden çıkış izni vermedi. Böylece İran sinemasını dünyada en çok temsil eden sinemacılardan birinin dünyayla bağları kesiliyor ve mollaların baskı mekanizmasının eli Berlin'e kadar uzanmış oluyor.
Hayaletlerden söz açmışken, Berlinale'de bir de Türkiye sineması diye bir hayaletten söz etmek gerekiyor bu sene. (Kültür Bakanlığı'nın Ankara'da hayali ödüller dağıtan hayalet festivallere destek dağıtmasından bahsetmeyeceğiz, hayır.)
Rekor sayıda katılım
Türkiye, bu sene Almanya ve ABD'den sonra belki de Berlinale'de en çok varlık gösteren ülkelerden biri. Tarihinde hiç olmadığı kadar çok sayıda filmle, festivalin her bölümünde temsil ediliyor. Hepsi de bir-iki hecelik kısa isimler taşıyan üç film, sırasıyla Yarışma, Panorama ve Forum bölümünde boy gösteriyor: Semih Kaplanoğlu'nun "Bal"ı, Reha Erdem'in "Kozmos"u ve Tayfun Pirselimoğlu'nun "Pus"u.
Gala gösteriminden sonraki basın konferansında gazetecilere poz verirken "Bal"ın çocuk oyuncusunun elinde tuttuğu oyuncak ayı, haftasonunda Altın Ayı'ya dönüşür mü bilinmez, ama bu düzeyde bir katılım Türkiye adına başlı başına bir ödül sayılır.
Thomas Arslan ve Feo Aladag gibi 'Alamancı' yönetmenlerin filmleri de cabası... Dahası var: Afganistan doğumlu Burhan Qurbani'nin yarışmadaki filmi "Shahada"nın konusu da Almanya'da yaşayan Türkler!
Buz tutmuş kaldırımlarda kayıp kolunu bacağını inciten, hatta festivali yarım bırakıp memleketine alçılı bacakla dönmek durumunda kalan (Hindistanlı bir dağıtımcının başına geldi) bahtsızları saymazsak, Berlin'de şenlik tüm hızıyla devam ediyor...
Bu yazıda şenliği anlattık, ama filmlerden hiç söz etmedik. Etseydik de, bunlar herkesin diline doladığı yarışma filmleri değil; yan bölümlerde gösterilen irili ufaklı yapıtlar, örneğin Panorama'da izlediğimiz güzelim belgeseller olurdu. Onları başka yazılara saklayalım... (NS/EK)
____________________________________________________
1) Les Blank'ın bu 'yemek töreni'ni anlatan muhteşem belgeseli "Werner Herzog Eat His Shoe"yu izlemek için: http://vids.myspace.com/index.cfm?fuseaction=vids.individual&videoid=5454545