66. Berlin Film Festivali Altın Ayı ödülü, mültecilik meselesini ele alan bir belgesel çalışmasına verildi.
İtalyan yönetmen Gianfranco Rosi’nin “Denizdeki Ateş” adlı belgesel filmi, Lampedusa adasına yoğunlaşan Afrikalı, Orta Doğulu, Asyalı mültecilerin dramını ele alıyor. İlk bakışta Altın Ayı ödülünün politik kaygılara kapılarak bir seçim yapmış olabileceği düşünülebilir. Orta Doğu'daki ve Türkiye'deki savaş, bundan böyle yaşamın her alanını etkisi altına alacak gibi görünüyor. Festivaldeki filmlerden de görüldüğü üzere artık şunu kararlılıkla söyleyebilirim: Sinemanın düşünsel alt yapısı ve ideolojik yönelimi bu konjonktürü görme konusunda siyasi kurumlardan daha başarılı görünüyor. Sinema konjonktürün berlirleyiciliğine kapılmadan mülteci olmak, kadın olmak, çocuk olmak; şiddet görmek gibi gündelik yaşamımıza sirayet etmiş birçok çetrefil konuya perspektif üretebiliyor. Festival programında yer alan çalışmalar bunu gösterdi bize. Yani politik partilerin, kurumların ve liderlerin bize veremediği gelecek umudunu sinema verebiliyor. Yani cinsiyet, etnisite, sınıf gibi temel konuların altından başarıyla kalkan bir sinemaya erişim yaygınlaştı. Ayrıca starlık sistemine taviz vermeden tartışabilen kanallar da var.
Berlinale açılışında Jüri üyeleri basınla buluştu. Dört kadın ve üç erkek “beyaz” üyeden oluşan jüri basın toplantısında zorluk yaşadı. Mısırlı bir gazeteci jüri başkanı Meryl Streep'e, Arap ve Kuzey Afrika film bilgisini sordu. O da pratik ve kurtarıcı cevap olarak “Ben birçok farklı kültürden olan insanları oynadım” dedi ve battı tabi. Derin bataktan kurtulmak için “hepimiz Afrikalıyız” sloganına sarıldı ve mevcut jüri takımının “mükemmel seçimini” kurtarmak için daha da ileri gitti; “bütün insanlık zaten Afrika kökeninden geliyor” gibi oldukça bayağı bir cevap verdi. Ama bu cevap kurtuluş olmadı aksine müthiş bir tartışmanın açılışını yaptı. Bu cevap bir aydının adına “kurtarıcı” olmaya çalıştığı Afrikalı'nın yada bir kadının yada bir işçinin kendisinin bizzat orada olması ile aynı şey olmadığını herkese hatırlatmış oldu. Bu anlamda yapılan tartışmalar Meryl Streep'i şahsi olarak yıpratmaktan öte, dile getirdiği fikrin artık ne insani ne de politik olarak bir şey söylemediğine odaklandı.
İstanbul Film Festivali'ni bilen biri olarak ilk kez Berlin Film Festivali'ni izleme olanağım oldu. Bu iki festival deneyimi üzerine bazı çıkarımları belirtmeden geçemeyeceğim:
- En çok “kırmızı halı geçidi” ile şaşkınlığa uğradım. Ben de farkına varmadan, bu geçidi kafamda Amerikan tarzdaki bir görkem ve coşku ile izleyeceğimizi düşündüm. Oysa tören oldukça sade geçti. Bağırışlar bile oda gürültüsü düzeyinde idi! Bir ara Berlin HDP grubu, Kürt savaşını protesto etmek amacıyla sloganlı bir geçiş yaptı. O kadar.
- Berlin film festivali bilet satış biçiminden, film salonlarını dolduran kitlelerin sınıfsal profiline kadar her şeyi oldukça mütevazi ve “demokratik” biçimde düzenlemeye çalışmış.
- İstanbul Film Festivali ise maalesef dar bir “sinefil” grubu ile ona ekonomik ve kültürel sermayesi ile eşlik eden elistist-beyaz bir kesime teslim olmuş durumda. Sinema salonları önünde yaşanan kargaşa ve insana nefes alma boşlukları tanımayan organizasyonu ile bu işe “baş koymuşları” içeren oldukça seçkinci bir tarza sahip.
Ayrıca starlar geçidini selamlama tarzı ile Amerikan tarzına kolaylıkla kayabiliyor. Dokunamadığımız starlar!
Berlinale starlık sistemi ile arasına oldukça belirgin bir ayrım koymuş. Bunu her adımda yaşıyoruz. John Berger'in heyecanla beklediğimiz “John Berger'in Dört Portresi” adlı belgesel çalışmayı izlerken Tilda Swinton salona en sade haliyle girip yanınıza oturuyor.
- Evet bir de kent boyutu var. Berlin ölçeği itibariyle zaten oldukça insani bir kent. Her yere erişim gerek toplu taşıma politikası gerekse mekansal karakteri ile insanı çok geçmeden içine alan bir kent. Sinema salonlarına yetişmeye çalışırken, geçtiğiniz cadde isimleri insana umut veriyor: “Martin Luther King; Rosa Lüxemburg; Karl Marx; Bismark, Bergmann, Goethe, Weimar...” gibi toplumsal hafızayı temsil eden isimler ile umut veren bir kent siyasetinin ipuçlarını yakalamak mümkün.
Kısacası, festival programında şunu net olarak görebildik; günümüz sinemasının perspektifi, politik ve akademik dünyanın yanı sıra diğer sanat alanlarının birikimlerini en iyi şekilde değerlendirebiliyor. Sinemanın kazandığı bu düşünsel ve sanatsal birikim sadece Avrupa sinemasına özgü değil Asya, Orta Doğu, Akdeniz gibi ülke sinemaları da bu gelişmenin içinde yer alabilmektedir.
Ama sinemanın başka bir boyutu bize çok ciddi sektör sorunlarının sinyalini veriyor. Yapılan bir araştırma sonucu film ve medya yapımcılarıyla ilgili sonuçlar çoğulculuk, farklılık yerine hala güçlü bir monolitik bir kültürün hakimiyetini ortaya koyuyor[1]. İşte rakamlar:
- Feature Film Diversity Raporuna göre DGA'nın 347 filminin yüzde 82,4'ü beyaz-erkek yönetmen tarafından yapılmış.
- 2014-15 yılına ait, “Center for the Study of Women in Television and Film”in hazırladığı “Independent Women Employment on Independent Films” raporuna göre, ABD'de erkek yönetmelerin oranı yüzde 71. Belgesel yapımından yüksek profilli Amerikan festival filmlerine kadar durum böyle. Kadın çalışmalarını da erkekler yapıyor. Cinsiyet ve ırk ayrımcılığı hala somut sonuçlara belirgin biçimde yansıyor.
Erkek yönetmenler “hepimiz kadınız” demesi kime iyi gelir bilemiyorum ama ortada çok ciddi bir sorun var. (BŞ/HK)
[1] Esther B. Robinson, Features, Filmmaking, Issues, 2016