Sabah uyanıp da 269 gündür uyanmasını beklediğimiz Berkin’i kaybetmiş olmanın ağır şokunu düşünüyorum kaç gündür. Binlerce insan gibi içimden “Berkin Uyanacak” diye binlerce kere tekrarlamış olmamın yaşadığım şoktaki etkisini ve neden 269 gün boyunca bu sözü tekrarlamış olduğumu düşünüyorum. Çoğu genç ve ağırlıklı olarak kadınlardan oluşan yüzlerce kişinin, sonuna “Berkin Uyanacak” diye not düştükleri şiir yazılı küçük kâğıtları otobüslere, vapurlara, gittikleri kafelere, duraklara bıraktıklarını, sosyal medyadaki paylaşımlarından izliyordum. Duvarlara yapılan yazılamalar arasında da Berkin’le ilgili olanlar oldukça fazlaydı.
“Berkin Uyanacak” sözü, tam anlamıyla Gezi’nin ruhunu, meşruluğunu, masumluğunu ve her şeye rağmen hayatı savunmaktan kaynaklanan umudu simgeliyordu. Diğer öldürülen gençlerden farklı olarak ölümle yaşam arasında bir yerde asılı kalmıştı Berkin ve bu yüzden ölümle yaşam arasındaki savaşın simgesine dönüşmüştü.
“Berkin Uyanacak” demek, ölümü savunan iktidarlara karşı hayatı savunmak anlamına geliyordu, tıpkı Gezi Parkı’ndaki o ağaçları savunmak gibi. Berkin, onlarca yıl komada kalsaydı, o gençlerin “Berkin Uyanacak” diye sağa sola yazmaya devam edeceklerinden eminim. Yaşadığım şokun, bu inançla bir ilgisi olduğu kesin. Sabah uyanıp Berkin’in ölüm haberini duymak, hayatın ölüm karşısındaki yenilgisini öğrenmek anlamına geliyordu bu yüzden. Berkin’in gülen yüzünü gösteren o fotoğraf, Twitter’da attığı o tek tweet’in sevdiği bir kızla ilgili hüzünlü bir tweet oluşu, ekmek almak için evden çıkıp eve dönememiş olması, ailesinin ilk günden beri yaptığı açıklamalar, polisin hastanede aileyi sürekli taciz edişi ve insanların bu tacize ve diğer olumsuzluklara karşı sergilediği o dayanışma ruhu ve daha pek çok manzarayı anımsamak, yaşadığım şoku derinleştirmiş ve hüznümü katlamıştı.
Benzer bir ruh hâlini, benimle birlikte binlerce insanın yaşıyor olduğunu tahmin etsem de, cenaze törenindeki o muhteşem kalabalıkla karşılaşmak da tam tersi bir şok etkisi yarattı üzerimde. Artık hüznüm, kendi başıma evde yaşadığım hüzünden farklılaşmıştı bu şokla... Ölümden yana olan iktidarların hayatı yoksullaştırmak için ürettiği keder, cenaze törenindeki o büyük buluşma sayesinde, Judith Butler’ın “duygulanımsal kendi kendini mülksüzleştirme” diye tarif ettiği, tıpkı Gezi’de deneyimlediğimiz gibi, insanı siyasi ve etik bir özneye dönüştürmenin aracı hâline gelmişti o gün. Gezi’de yaşadığımız deneyimle arasındaki fark, yas ve kederin derinliği yüzünden, eylemlerde alışık olduğumuz esprili sloganlar ve o acayip neşenin azalmış, neredeyse silinmiş olmasıydı. Yasımızı bile neşeyle tutacak bir gücü içimizde taşırken, şimdi o neşenin yerini ağır bir hüzün almıştı içimize. Çünkü 269 günün sonunda sabrımız kalmamıştı, bir araya gelene kadar umudumuz da yoktu belki. İnsanların bakışları bile değişmişti sanki. İktidarların bizi sürekli ölümü düşünmemizi istemesinden, ölümle tehdit etmesinden doğan, sitüasyonistlerin tanımıyla “hayatta kalma hastalığı”ndan kurtulmak istiyordu herkes.
Eğer o 269 gün içinde iktidar, Berkin’i öldürecek olan o saldırının sorumlularını ortaya çıkarsaydı, “emri ben verdim” diyen Başbakan bir özeleştiri yapıp istifa etseydi ya da en azından Vali’yi görevden almış olsaydı, başka türlü olacaktı her şey. Ama hiçbir şey olmamış, tam tersine, siyaset yapmak yerine Gezi’yle birlikte varlığını sürdürmek için tek çare olarak sarıldığı kamplaşma politikalarına hız vermişti hükümet. Bu sayede seçmen kitlesini stabilize etmiş gibi de görünüyordu seçim anketlerine bakınca. Hiçbir şey değişmediği gibi, antidemokratik uygulamalara daha da hız verilmiş olması, yaşanan öfkeyi daha da artırdı. İnterneti sansürleyip yasaklayacak ağır bir yasa çıkarmış olması, yaşadığı iktidar savaşı ve yolsuzluk suçlamaları yüzünden adalet sistemini kendi ihtiyacına göre yeniden şekillendirmiş olması, Gezi’ye katılan o kitlenin içindeki neşeyi azaltıp, Berkin’in de ölümüyle birlikte kederi ve öfkeyi artırmakla sonuçlandı.
Hükümet, Gezi’den ders çıkartıp toplumsal muhalefetle diyalog kurmak yerine, Başbakan’ın bir miting konuşmasında tarif ettiği gibi "Marjinal sol örgütler, anarşistler, teröristler, vandallar işte bu MHP ile CHP ile Pensilvanya ile BDP ile ittifak halinde sokakları karıştıranlar” diye tarif ettiği, neredeyse bütün muhalefeti düşman ilan ettiği bir noktaya varmıştık. Başbakan, toplumu kutuplaştırarak yolsuzluk vb iddiaların önünü kesecek bir siyasetsizlik ortamı yaratma derdinden ne zamandır. Birbirine bu denli zıt siyasi anlayışları ittifakmış gibi göstermesinin başka bir açıklaması olamaz. Çünkü kamplaşma, siyaset yapmanın, yani diyalog ve tartışma olanaklarının ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Siyaset yapmaya olanak verirse, elindeki gücü kaybedeceğini bildiği için, daha önce Alevilerle olduğu gibi diğer kesimlere açılımlar ve vaatlerle gönül alma çabasından vazgeçip, kaşla göz arasında kürtaj yasası çıkartmak gibi kendi muhafazakâr tabanını elinde tutacak kamplaşma stratejisi izliyor.
Berkin’in cenazesinde toplanan kitle, Gezi’de toplanan kitleyle aynı kitleydi ve o kitleyi oluşturan her unsur, her birey siyasi bir özne olarak, 12 Eylül’den bu yana kendisine giydirilen o deli gömleğini sırtından parçalayıp atmak istediği için, hükümetin kamplaşma stratejisinin en büyük tehlikesini oluşturuyor. İşte bu yüzden, sokakta en ağır şekilde polis şiddetini uygulama tercihini kullanıyor hükümet. Gezi’de olduğu gibi, en ufak bir geri çekilmenin, kendisini siyaset yapmaya zorlayacağını biliyor çünkü.
Arundhati Roy, Express dergisinde yer alan söyleşisinde Hindistan’da ortaya çıkan yolsuzlukların, seçimleri etkilemeyeceğini, çünkü seçim alanının birkaç büyük partinin kontrolü altında olduğunu ve bu kontrolü sermayenin belirlediğini söylüyor ya, AKP de yarattığı kamplaşmayı tam da bu sermaye gerçeği üzerinden şekillendiriyor. Arundhati Roy’un şu sözlerini bugünlerde her yerde tekrarlıyorum, var olan siyasetsizliğin en önemli nedenlerini bir bir sıraladığı için: “Tüm politikacılar dürüst olsa bile mevcut düzende sürdürülemeyecek bir durum var. Büyük şirketlerin tekelleşmesinin önüne geçilmedikçe, iktidar ağları bozulmadıkça, medya büyük şirketlerin kontrolünden çıkmadıkça bu geminin batması kaçınılmaz” diyor ve Hindistan’da yaşanan sürece bakarak, bizim için de geçerli olan şu uyarıyı yapıyor: “Meselenin temeline bakarsak, bir iç savaşa doğru sürükleniyoruz; aslında, bu savaş çoktan başladı.”
Eğer hükümet, bu kamplaştırma stratejisine son vermez ve siyaset yapmaya geri dönmezse, seçimlerin sonucu ne olursa olsun, bir iç savaş tehlikesiyle bu defa ciddi anlamda karşı karşıya kalabiliriz. Barış süreci, işte asıl o zaman tehlikeye düşer, siyaset yapma kanalları tıkalı kalmaya devam eder ve bu yapay kamplaşma sona ermezse…
Berkin’i kaybettik, 269. günün sonunda… Onun uyanamayışıyla uyanmış olmamızdan başka bir tesellimiz olamaz artık. Başka Berkin’leri, ölümü savunan iktidarlara kurban vermemek için… (BU/AS)