Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Edip Cansever
Alarm sesiyle uyan. Bir zamanlar çok sevdiğin şarkıyı alarm sesi yaptın diye sabah sabah küfret kendine. Günün ilk sigarasını aç karna içerken telefonuna düşen iş maillerine bak. Canın sıkılsın. Acelece çık sonra evden. Dolmuşa yetişmek için koştururken görme çevrendekileri. Ağaçlar mı çiçeklenmiş, gece yağan yağmurun oluşturduğu birikintilerde serçeler mi yıkanıyormuş görme hiçbirisini. Dolmuşa yetiş sonra. Herkesin suratında bir memnuniyetsizlik, kimse kimseye bakmıyor. Bulvarları, köprüleri, caddeleri geç dolmuşun maviliği şehre bir şey katmazken. Gün boyu küçük hesaplar peşinde koşanlara küfrederken, günün dördüncü sigarası ve ikinci kahvesi arasında bir yerlerde aslında kendinin de aynı şeyin peşinde olduğunu fark et. Aldırma ama, bir sonraki sigaraya uzan bir zahmet.
Sen böyle şeyler peşinde koşarken hayat geçip gitsin. Bir an durup şehirlerarası bir yolculukta gökyüzündeki buğulu, yuvarlağı kocaman aydan cesaret alıp da birazcık dışına çıkıver hayatın, hayatının. Hatırla. İçinden gelen kaçıp gitme isteğine, bastırmakta zorlandığın ağlama isteğine, kendini sarıp sarmaladığın pamukların kopmakta olduğunu hissetmene rağmen o otobüs koltuğundan kalk, aya yakın bir yerlere çık da bakıver o hayat denen şeye.
Kaldırımdaki simitçi
Koşar adım dolmuşa yetişmeye çalıştığın yere bak ilkin. Hani Ethem’in vurulup da düştüğü o yer, hani sonrasında türkülerle anma yaparken içinden yükselen o öfkeyi nasıl bastıracağını bilemediğin o yer. Şimdi işten eve, evden işe giderken geçip gittiğin o kötü belediyecilik örneği kaldırımdan geçişlerinin çoğunda, aklına Ethem’in düşmediğine yan sonra. “Neden” diye sorama ama kendine. O kadar da uzun boylu değil. Şimdi bir simitçinin durduğu o kaldırımdan sonraki her geçişinde hatırlayacağına söz ver kendine, ama bir türküyle ama bir şiirle. Sevin bir de o simitçiden hiç simit almadın diye.
Fırının ekmeği
Hayatının en güzel yıllarına iliklenen o küçük şehri düşün sonra. O şehre veda etmek üzereyken keşfettiğin kaldırım taşlarının altındaki kumu, sloganlarda başkalarının sesine katarken sevdiğin sesini, bölüştüğün limonları, mide ilacı karıştırılıp çalkalanmış su şişelerini, havadayken kendini güçlü hissettiğin o yumruğu hatırla. Gülümse.
Derken o yumruk gelip okkalı bir şekilde yerleşiversin en çok acıyan yerin neresiyse orana. O güzel gülüşlü çocuğu hatırla. Evine yirmi dakika mesafedeki bir fırının önünde döverek öldürdükleri o güzel çocuk düşsün aklına. “Vurmayın, öldüm” demesini duyamadın, duyup da yetişemedin diye öfkelen kendine. Bazı yirmi dakikaların nasıl da hiçbir anlamı olmadığına sinirlen. Aynı yaştaki kardeşinin “Abla, ben Ali İsmail’den bir sonraki ara sokağa kaçtım. Keşke onun kaçtığına kaçsaydım. Kaçsaydım da tekmeleri bölüşseydik, bölüşseydik de kimseye bir şey olmasaydı,” dediğini bilmem kaçıncı kez hatırlayıp ağlamaya başla sonra.
Ali İsmail’i Eskişehir’den Hatay’a uğurlayacağınız o günü hatırla sonra. Emel Anne’nin yanında tabuta doğru ilerliyorsun. Ayağın takılıp da düşecek gibi olduğunda Emel Anne “Aman yavrum dikkat et, size bir şey olmasın,” deyiveriyor. Titriyorsun. Güzel insanların başına kötü şeyler geliyor diye kahroluyorsun. Her bayram arıyorsun Emel Anne’yi, her duruşma günü, sonra Ali’nin doğum günü. Anlatıyor. Dinliyorsun. Ne diyeceksin ki zaten, en fazla: “Kayseri soğuk olacakmış Emel Anne. Aman yanına hırka almayı unutma.”
Parkın renkleri
Devletin sonradan geri alacağı paralar yattığında, umuda iliklenmiş o en güzel haziranda soluğu İstanbul’da alıyorsun. Gezi Parkı’nı, AKM’nin o güzelim halini gördüğünde heyecandan delirecek gibi oluyorsun. Dizlerinin bağı çözülecek gibi oluyor. Başın dönüyor. Sonunda bir mabedin oldu diye seviniyorsun. Bir sürü insan orada. Katılıyorsun aralarına. Umudu beraber büyütüyorsunuz.
Aradan bir yıl geçmeden, o güzelim haziranda “Mabedim olacak” dediğin parka yakın bir medya kuruluşunda çalışmaya başlıyorsun. Belgesel yayınlayanlardan değil, daha beterlerinden bir tanesi. İşe giderken, öğle aralarında, iş çıkışlarında geçip gidiyorsun parktan. Kafanı kaldıramıyorsun ama, utanıyorsun. Bir şeylere ihanet etmiş gibi hissediyorsun kendini. Özürler mırıldanıyorsun, bir de bahaneler.
Gün geliyor o parktan geçerken aklına o güzelim haziranın gelmediğini fark ediyorsun. Aklında yatırılacak faturalar, işyerindeki sorunlar. Daha da utanıyorsun, daha da çok kızıyorsun kendine. O sayesinde umudu büyüttüğünüz parkın içinden geçerken gündelik şeyler düşünmek ihanetmiş gibi geliyor sana.
Gözlerin karası
Ali İsmail’in uğurlamasında kendine verdiğin bir söz var. Anne olacaksın ya hani bir gün, işte o gün Ali ismini koyacaksın oğluna. Çocukken Küçük Kara Balık’ı okuyup büyüdüğünde Ali İsmail Abisi’ni anlatacaksın Ali’ye. “Korkma, ben hep seni koruyacağım,” diyemeyeceksin istesen de. Dünya öyle bir yer değil çünkü. Zeytin gibi bir çocuk olacak senin Ali.
O gün kendine verdiğin sözü düşünüp gülümserken başka bir zeytin çocuk düşecek aklına. Soluverecek dudağına iliştirdiğin o gülümseme. Gözleri kara, kaşları gözlerinden daha kara o güzel çocuk.
Hayata tutunmaya çalıştığı o yılbaşında, elinizde balonlar hastaneye gidip de uçan balonları gökyüzüne, onun için salıverdiğiniz zaman gelecek aklına. O güzelim hazirandan kalan son umuttu Berkin senin için. Dayanıyordu işte. Yapacaktı, yaşayacaktı. O ekmeği alıp da dönüverecekti o kahvaltı sofrasına. Hatta yolda koparıverecekti ekmeğin ucunu. Hiçbir şey olmamış gibi devam edecekti hayat kaldığı yerden. Büyüyecekti Berkin.
Olmadı işte. Bir sabah uyandın. Bir telefonla öğrendin umudun bittiğini. Ağladın annene sarılıp. Baban on yedi sene evvel bıraktığı sigarayı yeniden yerleştirdi dudaklarına. Ağladı herkes. Yapacak bir şey kalmadı diye ağladı herkes. “Bugün ekmek alınmayacak bu eve!” diye bağırdı annen bir ara üzüntüsünü öfkeye dönüştürüp de. Bir hafta sofraya ekmeksiz oturdunuz.
Zaman geçti aradan. Anneler Günü geldi. Emel Anne’yi aradın. Yine söyleyecek bir şey bulamadın. Sessiz sessiz ağladınız karşılıklı. Feriköy Mezarlığı’na giderken buldun kendini sonra. Elinde benekli balon, cebinde bir avuç misket, kucağında bir demet karanfil.
Buldun sonra Berkin’in mezarını. Köşede, sanki oraya iliştirilivermiş gibi, her şey Berkin’in orada olmaması gerektiğinin altını çizer gibi. Yanıbaşındaki ağaca bağladın balonu. Çiçekleri ve misketleri toprağına koydun acemice.
Orada duran deftere yazıverdin: “O yirmi dakikalık mesafeye rağmen Ali İsmail Abi’ne yetişemedim diye, hastanedeki pencerene balonlar yolladığımız o akşam yanına gelip de sana Küçük Kara Balık’ı okumadım diye özür dilerim Berkin.”
Haziranın umudu
Kötü değilsin aslında sen. Biliyorsun. Herkes gibi hayata yetişmeye çalışıyorsun belki de. Küçük hesapların peşinde koşarken bile.
Uğur Kaymaz’ın yeleğindeki kurşun deliklerini, annesinin eteğindeki Ceylan Önkol’u, o ayakkabının altındaki deliği, paramparça olmuş Renault marka o otomobili, Ali İsmail’in açılamadığı o kızı, Berkin yerine başkasını tercih eden o kızı, Özgecan’ın fotoğraflarda kalan gülümsemesini, Mehtap Zengin’in annesine emanet ettiği köpeğini, daha nicelerini bir bir anımsıyorsun.
Acı çekiyorsun. Ne yapacağını da pek bilmiyorsun. Hepsi bu. Hayattaki bu kadar acıya nasıl dayanılır, umut yeniden büyür mü, onu da bilmiyorsun. Yine de o güzelim haziran yine gelsin, ama bu sefer çocuklar ölmesin istiyorsun. (id/hk)