12 Eylül davasının ikinci duruşması görülüyor. Düne göre daha akıcı sürüyor dava. Bireysel müdahillik talepleri dinleniyor. Saat 15.00'e yaklaşıyor. Söz sırası yazar Orhan Miroğlu'na geliyor ve duruşma salonunun kapısı açılıyor. Bir kadın giriyor içeriye elinde fotoğraf, yanında kızı ve oğluyla birlikte.
Salondan alkış sesleri yükseliyor. Bu davanın belki de en unutulmayacak anlarından biri yaşanıyor. Berfo Ana giriyor içeriye. Evlatlarının yardımıyla oturuyor.
Ardından Orhan Miroğlu konuşmasına başlayacağı sırada bir avukat" İsterseniz önce Berfo Ana konuşsun" diyor. Miroğlu "Olur tabi. Ama biraz dinlensin bence" diyor. Berfo Ana dinleniyor, Miroğlu konuşmasını bitiyor.
Artık söz sırası Berfo Ana'da.
Hakim "Annemiz Türkçe biliyor mu?" diye soruyor. Salon sus pus oluyor.
Berfo Ana konuşmaya başlıyor. "Kenan Evren sen hiç utanmadın mı benim çocuğumu öldürürken? Evin yıkılsın, ocağın sönsün. Sen benim evimi yıktın" diyor. Evren sanık sandalyesinde oturuyormuşçasına oraya bakıyor.
Ve devam ediyor: "Elin ayağın titremesin Evren, buraya gel!" Ardından hakime dönüyor: "Sen o namussuzu neden buraya getirmedin" diyor.
Öyle içten, dokunaklı konuşuyor ki salonda gözyaşlarını tutamayanlar oluyor. Konuşması bitiyor. Oğlu ve kızının arasında öylece oturuyor. Bir süre sonra yorulmuş olacak ki, elinde oğlunun fotoğrafı salonu terk ediyor.
Duruşma boyunca ve sonrasında sesi kulaklarımdan hiç gitmiyor Berfo Ananın.
Benim için 12 Eylül davası tarihinde unutulmayacak bin an. Bir oğlu sürgüne giden ve bir oğlunu da işkencede kaybeden 105 yaşındaki Berfo Ana ambulansla Ankara'ya geliyor salona giriyor. Ama Evren ve Şahinkaya salona gel(e)miyor.
Davanın ikinci günü bitiyor, evime geliyorum. Hala Berfo Ana'yı düşünüyorum. Acaba diyorum kendi kendime yüz beş yıllık hayatının hangi evresinde içten gülebildi ki? Hangi hatırası vardı gülümseyerek anımsadığı?
Nice savaşlara, nice yoksulluklara tanık olmamış mıydı o gözler? Bırakın 12 Eylül'ü diğer iki darbenin de tanığı değil miydi o? İstiklal Mahkemeleri'ni de görmüştü, takrir-i sükûnları da. "Kart", "kurt" sesinin de tanığıydı o nice katliamların da...
Dersim Katliamını da bilirdi, Zilan Deresi'nin oluk oluk kan aktığını da... Nice ağıtlar yakmıştı kim bilir nice kaybedilenlere... Kısacası kimliği yok sayılmış, ruhu hırpalanmıştı.
Ama o inatla yaşamaya devam ediyor. Oğlu Cemil Kırbayır'ın mezarını istiyor. Yüz beş yaşındaki bir kadının ağıtını, isyanını duymalı. Yoksa ortak olunur bu coğrafyadaki her türlü zulme.
Kaybetmek bir ruhu, bir bedeni, nerde olduğunu bilememek, her gün gelecekmişçesine beklemek ve gel(e)mediği her gün biraz daha yok olmak. Bu bir anneye reva görülebilir mi?
12 Eylül davası tarihi bir dava olacaksa eğer bu ağıtları duymalı ve gerçek bir yargılama gerçekleştirilmelidir. İnsanlarda oluşan "umudun" boşa çıkması yaraların yeniden ve yeniden sağaltılmasından öteye gitmeyecektir. (SK/HK)