Daniel Bensaïd adını ilk duyduğumda, Praksis dergisinin ikinci sayısı için "Porto Alegre" üzerine bir değini/kitap tanıtımı hazırlıyordum. Bu değini/kitap tanıtımının, içinde yetiştiğim ve ait olmaktan her zaman onur ve gurur duyduğum devrimci geleneğin temel kurucu figürü Mahir Çayan'dan yaptığım bir alıntı ile başlamasına karar vermiştim. Ne yalan söyleyeyim, Mahir Çayan'ın Türkiye Devrimi'nin temel meseleleri söz konusu olduğunda, pratik bir duyu geliştirdiğinden kuşku duymuyor ancak genel olarak insanlığın düşünsel evrimi karşısında bu pratik duyuyu nasıl ifade edebileceğimiz konusunda, kuşkuyu çok aşan "kaygı"lar taşıyordum. Zaman zaman bu kaygılar, sözünü ettiğim pratik duyunun yanlışlığına dair -ki, öğretimiz gereği bu her zaman mümkündü- temelsiz olduğunu sonradan fark edeceğim bazı ampirik kanıtları fazlasıyla önüme sürüyordu.
Yabancı dilde okumaya zorlanan taşralı -bir kaç küçük makale çevirim var olsa da, sizin rahatlıkla "dil bilmeyen" sayabileceğiniz- bir "genç" olarak, önümde çevrilmiş olanları kocaman bir yekun olarak varken, devrimci Marksist literatürün bilmediğim özgün kaynakları olacağına da pek itibar etmiyordum. Olanlar da, olsa olsa, akademik Marksizmin -Kemal Özer Ağabeyin Marksist değil Marksolog onlar diye andıklarının- manasız varyantlarındandır, diye düşünüyordum. Buna kızacaklar olabilir ya dürüstçe yazayım, -ki fikrim de değişmiş değil, aralarında en saygı duyduğum ve her çalışmamda eleştirsem de eserlerinden yararlandığım isimlerle anarsam, Troçkist ya da değil- Alex Callinicos ya da Ellen Meiskins Wood türü İngiliz reformculuğunun kalıntısı akademik ortodoks Marksizme de hiçbir sempati ve saygı da beslemiyordum. Elbette, Bensaïd, onları da yeniden ve en azından eh işte diye okumamı sağlayana kadar...
Bensaïd: Devrimci...
Ben, bu yazıyı yazdığım ana dek, hep, kelimenin tek ve doğru anlamı ile -stratejik olanları dışında ileri sürdüğü fikirlere Türkiye Devrimi için temel önemde değer biçmek bakımından- Çayan'cı olarak olarak kaldım: Bunu, sözünü ettiğim değini/kitap tanıtımını yazarken tanıştığım, okudukça bağlanma düzeyim artan, büyük devrimci ve mütefekkire; bugün (12 Ocak 2010) kaybettiğimiz Daniel Bensaïd'e borçluyum. Günün birinde tanışma şansımız olsaydı, "tıpkı Mandel gibi..." diyeceğinden adım gibi eminim; "O da bize, 'devrimci geleneğin önemini' öğretmişti." Fikirlerini tanıdıktan sonra da -Çayan'ın stratejik olanları dışındaki bu fikirlerinin Marksist anlamda evrenselliğini eleştirel bir bağlamda tanıması bakımından- Bensaïd'çiliğimi hiç saklamadım: Sıçrayışlar, sıçrayışlar, sıçrayışlar!..
Bugün, bırakalım burjuva düşüncesini, biz devrimciler arasında da, birçokları için makbul olan moda "Marx'a dönmek" türünden -acayip iyi niyetli görünse de- anti-Benjamin'ci can sıkıcı ve açıkça Devrim düşmanı Bernstein'cı bir tezdir. Devrimci tez, "dönmek" falan değildi, hiç olmadı; basitçe "geçmişin parlayışıydı". Çayan'ın Kızıldere yolundaki gerçek devrimci varlığını çözümleyemeyen Bernstein'cı her türden Marksizm'in çuvalladığı yerde, "geçmişi parlatıp" bize hatırlatarak ışıldayan bir yıldızdı Bensaïd.
Bensaïd, bu büyük devrimci geleneğe aitti. Sadece yazdıkları ve söyledikleri ile değil, eğer bir fikrin bir insanda vücut bulmasının somut bir karşılığı olarak -Kıvılcımlı'nın "düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz" diye tercüme ettiği- devrimci nitelikten söz edilebilirse, işte o tıpkı Mahir Çayan gibi, Daniel Bensaïd idi.
Bu nedenle, size felsefesini, kuramsal katkısını ya da -ortalama sosyalist hareketimizin artık ayıplanması gereken 'burjuva' diliyle, Troçkist bile olsa!- aslında ne kadar önemli biri olduğunu anlatacak değilim. Bunu muhtemelen ömrümün sonuna kadar, yazdığı her satırdaki devrimci sıçrayışı arayarak yapmaya devam edeceğim.
Öldü, bugün, şimdi sadece onu haber vermek ve yitirdiğim bu büyük değeri yitirmeden anlatmak istediğim bir hikayemi ve bir tezimi paylaşmak istiyorum.
Önce Tez: Siyasetin Olanaksızlığı
Bensaïd'in böyle ifade etmeyeceğine en önce ben kefilim ya, biliyoruz ki, o, ben ve bizim için siyaset imkânsızdı, biz devrimciydik. Bu sanıldığından da büyük bir düşünce geleneğidir. Bu geleneği kavrayıp, gereğini yapanlar da öyle birkaç parmakla işaret edilecek birkaç veli ya da deliden ibaret değildir. Önce Marx elbette, "gerçek demokrasi" dediğinde ya da 1848'in cumhuriyetçiliğini, 1871'in komünarlığını yücelttiğinde... Sonra, Lenin örneğin, Devlet ve Devrim'i yazarken ve Kautsky ile tartışırken. Açıkça yazıyorum ne Proudhon ne de Kropotkin bu geleneğe aittir... Meraklısı, Bakunin'i niye anmadığımı benden iyi bilecektir. Ya da Polanyi'nin "Marx, Ricardo'yla birdi, çünkü..." diye başlayan cümlelerinin neden Proudhon'la tamamlandığını...
Merak etmeyin, bu "anlaşılmaz" ama "devrimci gelenekten bakıldığında" apaçık cümleleri sürdürmeyeceğim. Sadece bir not daha düşmeliyim: Bensaïd'in ve o geleneğe kendini sadece bilişsel olarak değil, kalbi küt küt atarken yani yaşarken bağlı hisseden her devrimcinin Hannah Arendt'le meselesi bu oldu. Arendt, özgürleşme ile siyaset arasındaki dolayımı, tapılası bir güzellikte [estetize edilmiş şekilde] öyle kuruyordu ki, bizim gibi zaten melankolik insan tekleri için, hedeflediğimizi değil de şimdiki toplumsal varlığımızı bir özgürlük ontolojisi olarak sunan bu fikrin çekici olmaması atipik olurdu.
Basit bir nedenden çekici olmadı çünkü biz, "devrimciydik" ya da "değilsek, olmalı idik"; bizim derdimiz "günlerin bıkkınlık veren bir biçimde sürüp gittiği" günlerde "geçmişin bugün hareket olasılığını kesmesi" olsa idi, bu en fazla "yenilmişler" olarak -zafer kazanmış gibi- günlük tutmamıza yol açardı, galipler arasındaki "yenilmişler" olarak gezinmemize değil... Açık ki, aşağıda, bizzat kendi hikayemden aktaracağım toplumsal varoluşu ortadan kaldıracak bir gelişme olmadan, tıpkı Troçki gibi "günlük tutmaya" vakti olmayan adam ve kadınlar olmaya mahkumduk.
Bu mahkumiyeti, İdris Küçükömer'in andığı "yoksul evlerde milyonlarca çocuğun, sinirli, hırçın, problemli yetiştiği yurdunu" görenler iyi bilirler. Burada, Arendt'in ve benzeri -Pocock, Barber, Pettit- gibi "Atlantik cumhuriyetçilerinin" yeri pek yoktur. Dahl, Rawls ve benzeri yeni sözleşmecilerin ise hiç ama hiç... Yoksul evlerde büyüyenlerin hepsi, bu geleneğe tamah etmiş değildir demiyorum, aksine, tam tersini, hepsinin tamah ettiğini ama etmeyenlerden de "siyaset"in değil "devrim"in [ kan, giyotin ve kendini feda dahil bütün negatif içerimleriyle] doğduğunu söylüyorum.
Siyaset: Etiğin ve Estetiğin Ötesinde...
Bazı kuramlar zor anlaşılır. Bensaïd'in Arendt'e verdiği yanıt da neredeyse hiç ama hiç anlaşılmadı. Haddim değil ya ben Türkçe'nin yoksul çocuklarına, Bensaïd'i yitirdiğimiz bugün, ne anladıysam tane tane, kendimi de içine katarak, açıklayacağım. Bir devrimci, bir devrimcinin ardından gözleriyle gözyaşı dökemiyorsa, kelimeleriyle dökmeyi becerebilmelidir. Bensaïd, dedi ki:
Siyaset ne etiğe ne de estetiğe indirgenebilir. Özet ve kaba hali: Bugün, toplam olarak burjuva düşüncesi ve siyaseti, kapitalizm karşıtı [dikkat edin 'düşüncenin' değil, çünkü onu çoktan içermişlerdir] siyasetin, etik ya da estetik sorunları olduğunu/ etik ya da estetik ontolojisinin imkansızlığını ileri sürer. Daha da kabası: Biz devrimcilere derler ki, ahlaksız olduğunuz yetmezmiş gibi güzel de değilsiniz. Cevap: Bizim siyasetimiz, sizin etiğinizi ve estetiğinizi mümkün kılan toplumsal ilişkilerinizin tümüyle aşılmasına yönelen devrimci bir siyasettir. Biz, siyasetin etik ya da estetik ontolojisi ile ilgili değiliz; bu ontolojiyi olanaklı kılan tüm toplumsal sömürü ve iktidar ilişkilerinin, özcesi, Devletin "aşılması ve sönümlenmesi" ile ilgiliyiz. Ahlaksız ve çirkin olan sizsiniz, çünkü utanmazca, etik ve estetik olanı siyasete indirgersiniz!
Arendt, siyasalı olanaklı kılan toplumsalla, toplumsalı dışlayan şekilde ilgileniyordu; devrimciler, Marx ve Engels'in Feuerbach Üzerine 10. Tez'de yazdığı üzere, kendilerini agoraya fırlatacak siyasal öznellikle değil, siyasal öznelliği aşacak insanlıkla ilgiliydiler; "eski materyalizmin açısı sivil toplumdur, yeni materyalizmin açısı ise, insan toplumu ya da toplumsal insanlıktı".
Bunu, size çok ama çok daha basit bir şekilde, kendi hayat öykümden yol çıkarak anlatacağım. Bunu, bana kahkahalarla güleceklerini bildiğim -sağcılar değil, onlar durumun farkında bile değillerdir, muhtemelen gözleri dolacaktır-; -bu ülkenin solcuları da değil, onlar çocukların kaba bir eşitlikçilikle [örneğin hepsine Türkçe öğrettiklerinde] yetişmelerini istediklerinden muhtemelen Köy Enstitü'lerinin kıymetini hatırlayacaklardır-; sosyalistlere, daha doğrusu sosyalist olduklarını zanneden birkaç burjuva "kapitalist devlet kuramcısı siyaset bilimci"ye rağmen yapacağım.
Bir Ara: Kapitalizm ve Sonrası...
Aşağıdan, ama tam olarak -bütün zaafları ile- aşağıdan gelen ve hâlâ da olduğum üzere, kapitalizmden nefret eden biri oldum. Kapitalizm, bana kalsa mutlaka aşılmalıdır ve ancak biz somut insanlar bunu yapabiliriz; gene de, bu fikrime rağmen "nesnel olarak" da aşılmaya mahkum olsa idi, bu, kalpsiz dünyanın bana vadettiği kalp olur, fena olmazdı. Fena olmazdı çünkü, bu olsun diye sosyalist oldum. Ancak öyle olmadığını artık, pratik olarak bildiğimiz için, dostumuzu ve düşmanlarımızı [Schmitt'çi manada değil, Marksist manada] kuramsal düzeyde çözümlemekte yanıldığım konusunda hep şüphe duydum ama bu güne dek, bu şüpheye, sınıf mücadelesi içinde dostu ve düşmanı bizzat ayırdığım somut olaylardan sonra, hiç kapılmadım.
Ancak özellikle yazıyorum ki, yanılmadım ama Stalinist, yani toplum biçimlerinin tarihsel evriminin kapitalizmden sonra sosyalizme varacağı türünden "bilimsel" zırvalıklar ve bu zırvaların sonucu inşa edilmiş absürde varan "sınıf-parti-müttefik stratejileri" yüzünden değil. Anlatacağım ve bu yazıyı okumaya tamah eden "ortalama sizi" güldüreceğinden emin olduğum basit bir nedenden.
Kapitalizmi, Sombart'ın yüzyılın başında açıkladığı, Weber'in de abartarak kuramını yaptığı manada "rasyonel ve sistematik olarak kazan arayan ruh", yahut dünya sistemcileri ya da "kapitalist devlet kuramcısı siyaset bilimciler" gibi "sermaye birikimi mantığı", ya da hatta benim de -muhtemelen devrimci stratejiye en uygun bulduğumdan- tercih ettiğim gibi Marksist manada "üretim tarzı" olarak niteleyin. Fark etmez, nasıl anlar ya da nitelerseniz niteleyin, kapitalizm, hiçbir etik ve estetik bağlamı işaret etmeden anlatacağım bu hikayedeki gibi düşmanlar yaratmadan var olamayacağı için yıkılmaya mahkumdur [İstediğiniz kadar gülün, ama kapitalizmin benim gibi bir düşmanı olduğunu unutmadan okuyun!].
Bir devrimci olarak ben: Kaba, basit bir köylü çocuğu...
Bensaïd, hakkımızda konuşan Landauer'den, "giderilemez bir yetersizlik" duygusunun içlerini kemirdiği "melankoliye varacak kadar özgür insanlar" olduğumuz gözlemini aktarmıştı.
Bunun çok basit bir nedeni vardı: Çocuktum ve yıl bitiminde örgütlenen bir okul pikniğine alt sınıftaki kardeşimle gidecektim. Kasabada oturan ailem, çay tarımı yapmak için köyümüze dönmüştü. Okul pikniğine gideceğimiz gün, iki saat boyunca, kız kardeşimle kasabaya kadar yürümeyi tercih ettim. Çünkü, bir buçuk saatlik yürüme sonrasında bineceğimiz dolmuş, yolu sadece yirmi dakika kısaltacaktı ve yürüyerek tasarruf edeceğimiz dolmuş parası ile hem kendime hem de kız kardeşime, çay biçmeye gitmek zorunda olduğu için annemin hazırlayamadığı nevalenin bir muadilini -bisküvi paketleri ve içecek- olarak alabileceğimi umuyordum.
Kendim için almaktan vazgeçtim, bu çok kolay oldu, çünkü, matematikle bir sorunum olmamasına rağmen -daha sonrada hiç olmadı, sınavlarda hiç yanlış yapmadım-, ama bakkalda açık bir hesap hatası yaptığımı anladım. Küçücük çocukları taş attı diye öldüren bu rejimin kafa yapısının, aynı rejimin yaptığı her sınavda hiç matematik yanlışı yapmayan bu çocuğun, bu piknik bahsinde yaptığı hatayı da anlayacağını hiç ama hiç sanmam. Bu kafadan olup sosyalist olduğunu sanan da az değildir.
Özetle, benim dolmuştan yaptığımı sandığım tasarruf, bir çocuğun hayal gücü, ya da kapitalizmin hesapçısına dönüşen ekonomi politikçilere göre açık bir hesap hatası idi ve ne yalan söyleyeyim; o zamanlar, kapitalizmden de haberdar değildim. Ama yolda yürüyerek gerçekleştirdiğim küçük "tasarrufumun" en azından kardeşim için bir kıymeti olmasını istiyordum; çünkü, tam iki saat onu da yürütmüştüm. O kadar büyük bir hesap hatasıydı ki, kardeşime de tam olarak tasarladığım şekilde piknik nevalesini bakkaldan düzemedim; henüz ben ilkokul dördüncü sınıfta ve o birinci sınıftaydı ve hesap hatam yüzünden talep ettiği meyveli gazoz yerine -belki anlamaz diye- maden suyu almak zorunda kalmıştım.
Kendim tercih etmedikçe -hatta tercih etmeme rağmen bile- başarısız olduğum "rejimin eğitim sistemi içi" bir sınav hatırlamıyorum. Ama rasyonel bir "kapitalist birey" olmayı hiç beceremedim, tercih etmedim ve istemedim. Sosyalist olmama rağmen, bu "gerçek"ten utandığım, bu anlattığım hikayemi paylaşmamın basit bir yoksulluk edebiyatı olduğunu düşündüğüm günlerim, diğer günlerimden fazla oldu.
Ancak, bir büyük devrimcinin ölümü, hiç çekinmeden Mahir Çayan'ın bendeki anısına ortak edebileceğim Daniel Bensaïd'in canlı hatırası bana tüm bunları yazma cesareti verebildi. Bu cesaretin kişisel değil, kolektif; benimle ilgili değil, tarihle ilgili olduğunu kavrayacak, yüz binlerce çocuğun yetiştiğinden eminim. (MBM/EK).