Füruzan ve Gülsün Karamustafa'nın yönettiği "Benim Sinemalarım" kritik yazısını 5 Harfliler'den Yasemin Barlan'ın kaleminden aktarıyoruz.
"Benim Sinemalarım" 1990 yılından kalma bir kadın işbirliği filmi ve Yeşilçam sonu/sonrası feminist bir eser olarak göze çarpıyor. Senaryosunu kendi yazdığı, 1973 tarihli aynı isimli kısa öyküsünden uyarlayan Füruzan, filmin yönetmenlik koltuğunu aslen ressam olan Gülsüm Karamustafa ile paylaşıyor. Her iki kadın sanatçının ilk uzun metraj yönetmenliği olsa da sinema ile ilk tanışıklıkları film bu değil: Karamustafa bu filmden önce Atıf Yılmaz’ın birkaç filminde görüntü yönetmenliği yaparak sinemaya adım atmış, Füruzan ise "Gecenin Öteki Yüzü" isimli kitabı 1986 yılında TRT dizisine çevrildiğinde ilk set deneyimini yaşamış. Yönettikleri ilk (ve maalesef son) uzun metrajlı film olmasına rağmen "Benim Sinemalarım" bir ilk film amatörlüğünden fersah fersah uzak. Sinematografisi, olayları dramatize etmekten kaçınan yalın anlatım tarzı ve kadın karakterin iç dünyası ve düşüncelerine odaklanması ile o dönemin “kadın filmleri”ne daha yakın bir yerde duruyor ve kanımca daha çok incelenmeyi ve konuşulmayı hak ediyor.
Filmin önemini anlamak için öncelikle çekildiği döneme bakmak lazım. Filmin çekildiği dönem olan 1980’ler Türkiye sineması kimi sinema tarihçilerine göre bir çöküş dönemi, kimileri içinse yeni bir sinema dilinin oluşmaya başladığı bir zamandı. 1980 darbesinden sonra Türkiye sineması, seyirci sayısının gitgide azaldığı ve en çok çekilen türün arabesk şarkıcı filmleri olduğu döneme girmişti. Bu filmler sadece ülkemizde değil, Almanya’daki video kaset piyasasında da Türkiyeli işçiler tarafından oldukça rağbet görüyordu. Öte yandan, Atıf Yılmaz’ın başını çektiği “kadın filmleri” furyası da Türkiye sinemasında yeni bir dönemin başlayacağının işaretiydi. "Kırık Bir Aşk Hikâyesi" (1981), "Mine" (1983), "Dağınık Yatak" (1984), "Bir Yudum Sevgi" (1984), "Adı Vasfiye" (1985), "Dul Bir Kadın" (1985), "Aaahh Belinda" (1986) bu kadın filmlerinden bazıları. Bu filmlerin büyük bir kısmında oyuncu Müjde Ar’ın başrolde olması tesadüf değil. Çünkü Müjde Ar’ın sadece “cesur sahneler”de oynayan bir kadın oyuncu olarak değil, aynı zamanda toplumdaki ahlak kavramını sorgulayan, özgür ruhlu kadınlara da hayat veren bir oyuncu olarak bilinmesi de bu döneme rastlar.
Yeşilçam’ın klişelerle dolu senaryoları ve tek boyutlu karakterleri 1980’lerin arabesk filmlerinde devam ederken, onunla paralel olarak gelişen “sanat filmleri” akımında daha üç boyutlu yazılmış ana karakterler, kamera açıları, sinematografi açısından Batı sinemasına daha çok benzeyen bir sinema dili ve toplumun ahlaki kurallarını sorgulayan bir bakış açısı göze çarpar. Bu filmler gişe açısından bazen başarılı, bazen başarısız olsalar da Türkiye sinemasının 1990’larda yeniden doğuşuna ve yeni bir sinema dilinin oluşmasına da öncülük ederler. Yeşilçam, Türkiye toplumu için yapılan, onun beğenilerine göre şekillenen bir sinemadır; ülke sinemasında sadece bir dönemin değil, bir üretim şeklinin de ismidir. Dolayısıyla hem Doğu sinemasının anlatım tarzından etkilenmiş, hem de Türkiye toplumundaki pek çok geleneksel değeri doğrulayan, pekiştiren filmlerle doludur. Aile kavramı, namus ve alın teriyle para kazanma her zaman yüceltilir, kadın ve erkek kavuştuğunda hikâyenin düğümü de çözülür. Erkek kahraman asla ağlamaz, kavgayı kaybetmez; kadın kahramanın evlenmeden cinsel ilişkiye girmesi asla olumlu sonuçlanmaz, evliyken ilişkiye giren, içki içen, “serbest” kadınlar asla tasvip edilmez.
1980’lerin kadın filmleri ise bu klişelerin dışında bir ihtimal sunmuş, cinselliğini özgürce yaşamak isteyen kadınlara, sıkıcı evliliklerin içinde hapsolan karakterlere empatiyle yaklaşmıştır. "Benim Sinemalarım" işte böyle bir dönemde, 1988’den 1990’a kadar devam eden uzun bir sürede çekilmiş ve 1990 Mayıs’ında gösterime girdikten sonra aynı sene iki SİYAD ödülü alarak Cannes Film Festivalinde Eleştirmenler haftası bölümünde gösterim hakkı kazanmıştır. Klişe bir Yeşilçam hikâyesi olabilecekken iki kadın sinemacının elinde bambaşka bir filme dönüşen bu filmi incelerken, onu yedi sene öncesinde çekilen ve çok benzer bir hikâyeyi bambaşka bir teknikle anlatan "Güneşin Tutulduğu Gün" (1983) isimli Şerif Gören filmiyle kıyaslamak istiyorum. İki film pek çok açıdan benzeşse de pek çok yönden ayrışır. Aynı on yıl içinde çekilmiş olmalarına rağmen biri Türkiye sinemasının geçmişine (veya bitmekte olan dönemine), diğeri de geleceğine ait gibidir.(AÖ)
Yazının devamını okumak için burayı tıklayın.