“Benim Meksikam, her şeye inat dilini, bağımsızlığını ve özgürlüğünü savunan bir ülkeydi. Benim Meksikam, binlerce yıl önceye dayanan tarihleri ve kültürleriyle Amerika kıtasının gerçek sahiplerinin yurduydu. Mayaların, Azteklerin, Zapoteclerin ve diğer yerli halkların bağımsızlığı için direnen Zapatistaların ülkesiydi.”
Özgürlüğe duyulan ihtiyaç, kişiden kişiye değişir. Bazıları, koşulları el vermediği için bu ihtiyacı hiç duymamış olabilir. Bazıları bireysel özgürlüğü savunur. Özgür olmayan toplumlarda bireyin özgür olamayacağını savunan ve bu yolda mücadelesini sürdürürken bedel ödemekten korkmayan kişiler de vardır. “Benim Meksikam, Aztekler, Zapotecler, Mayalar” kitabının yazarı Sevim Korkmaz Dinç de onlardan biri. Yazarın “Küba’da On Gün” adlı eserini ilgiyle okumuştum.
“Benim Meksikam, Aztekler, Zapotecler, Mayalar” kitabı on iki günlük bir Meksika gezisini anlatıyor. Gezi, corona günlerinde 25 Ağustos 2021’de başlar. Herkes evden çıkmaya çekinirken, okyanusları aşmaya cesaret ister. Hele de bir kadın için!
Kendi adıma itiraf etmek isterim ki kadın, isteklerinden korkar. Erkekten farklı olarak, yaşamına sınırlama getirmeyi içselleştirmiştir. Sınırlar kalksa da bir bakıma tıpta fantom ağrı dedikleri, organın bedenden alınmış olmasına karşın kişiye varmış hissini vermesini andıran bir duygu gibi sınırlar içinde yaşar.
Ancak sınırların dışına çıkamayan, özlemlerini ve isteklerini gerçekleştiremeyen kadınlar varken, günümüzde özlemlerine sahip çıkan kadınların sayısı da giderek artıyor. Meksika gezisinde de gezginlerin çoğu kadın.
Bu kadınlardan biri de Sevim Korkmaz Dinç. Yaşamında seçimini özgürlükten yana yapmış; ama gerek ailesine gerekse topluma karşı sorumluluklarından kaçmamış; yaşamını mücadelesiyle özdeşleştirmiş bir kadın, bir aktivist, bir yazar.
Hiçbir şey onu mücadelesinden ve yazmaktan alıkoyamamış. Baskılara karşı direnmekten, bunun gerektirdiği bedeli ödemekten de yılmamış. Gezi denilince akla turizmin geldiği, gezmenin bir statüye dönüştüğü günümüzde o, daha önceki gezilerden deneyimli, ne aradığını bilmenin bilinciyle çantası kitaplardan aldığı notlarla, gezi broşürleriyle dolu, tek başına katılmış geziye.
İster istemez Meksika’nın yazara esin kaynağı olan; Azteklerin, Mayaların ülkesini gözünde çekici kılan özelliği nedir diye soruyor insan. Ona kendi hikâyesini, çocukluğunu hatırlatması mı? Neden olmasın? Yaşar Kemal, “Homer de Çukurova’yı yazmıştı” derken, yerel- evrensel ayrımının keskin olmaması gerektiğini kastediyordu. (Aktaran: Jale Parla) Velhasıl gezgin yazarımızın da geçmişe dönük bir bellek yolculuğuyla geziye çıktığı söylenebilir. Ancak bu, eksik bir yorum olur. “BENİM MEKSİKAM / Aztekler, Zapotec’ler, Mayalar” adlı kitap, kendini o denli ustalıkla anlatıyor ki, yorum yapmak okura kalıyor.
Yazarın kitabın sonuna eklediği nota göre Meksika, başkanlık sistemiyle yönetilen federal bir cumhuriyettir. 1910 yılında Meksika devrimi yapılmıştır. Başkent Mexico’dur. (Meksiko City). Nüfus bugün itibarıyla 126 milyondur.
Meksika’nın yerli halkının kökenini önceden araştıran yazar, İspanyol istilasından önceki Meksika uygarlıklarını, İspanyol kolonyal dönemini ve şimdiki Meksika tarihini okurla paylaşır. “Meksika tarihi de tıpkı kadınların tarihinin yok sayılarak, resmi tarihin eril bakış açısıyla yazılması gibi beyaz adamın gözünden, yerli halkın tarihi yok sayılarak yazılmıştı; eksikti, (s. 22)”
Yazara göre, Meksika’nın tarihi, aynı zamanda Latin Amerika tarihinin de bir parçasıdır. Latin Amerika anadilleri ve kültürleri yok edilen insanların ülkesidir. Resmi dil olan İspanyolca, “Amerika’yı işgal eden, yerli halkın dilini, kültürünü yok eden ‘işgalcilerin’ diliydi. (S.12)” diye anlatır. Ancak tüm baskılara karşın Latin Amerika ülkeleri, emperyalistlere karşı direnişin sembolüdür.
Ancak bir ülkede farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmeleri için ülkenin sosyo-ekonomik ve kültürel zeminin belli bir refah düzeyini tutturmuş olması; düşünce ve ifade özgürlüğünü sağlaması gerektiğini savunur. Oysa Meksika’da düşünce ve ifade özgürlüğünden bahsetmek zordur. Bu yüzden yaşını başını almış, görmüş geçirmiş yerli tur rehberi Adolfo’nun, Aztek kökenli olduğu için konuşması gereken yerde susmasını yadırgamaz. Sakin ve sessiz halkın içinde kabaran bir öfke ve isyan ruhu vardır.
“Mexico, yürüyerek gezilebilecek kadar düzenli bir kenttir. (S. 33)” Anıtlar, kiliseler ilk bakışta İspanyol işgalinin tanığı olan militarist bir kent izlenimi verir. “Meksika bağımsızlığının sembolü Bağımsızlık Meleği ve Devrim Anıtı, gökdelenlerin ve ticaret merkezlerinin gölgesinde terk edilmiş gibi durmaktadır. (S. 26)” Kitapçılar Çarşısı’nda, kitapçı vitrinlerinde Che Guevara’nın kitap kapaklarındaki gülümseyen fotoğrafı onu da gülümsetir.
Zaman kısıtlı olduğundan gezeceği yerler konusunda seçici davranmak zorundadır. Tur sürerken turist rehberlerinin ansiklopedik bilgiye dayanan açıklamalarının ötesine geçerek merakının yönlendirmesiyle, halkın gerçek yaşamını, kentlerin görünmez kıldığı kuytularda yaşam mücadelesi veren insanları arar gözleri. Gördüklerini eleştiri süzgecinden geçirdikten sonra değerlendirip notunu alır. Hayal kurduğu anlarda değerlendirmelerinin sonunu getiremeyince “Karşıtlıklar içinde düşünen benim gibi biri için bu, gerçekten zor” diye hayıflanır.
Bakmak ve görmek arasında fark var tabii ki. Meksika’nın milli yiyeceği Taco satıcısı Aztek kadınla sohbet eder. Kadın okuma yazma bilmez. Ülkede kadınların yüzde altmış beşinin okuma- yazma bilmediğine bir kez daha inanır. Küresel çapta okulların özelleştirilmesi nedeniyle eğitimde eşitsizliğin artmasının yol açtığı sorunlar, en çok kız çocuklarını vurur. Ama dünya genelinde herkes bunu kanıksamıştır. Gezdiği bölgelerde erkek değerleriyle kuşatılmış kültürün ürünü olan yaratılarda üretilen ataerkil kodları keşfederken zaman zaman isyan duygusuyla dolar.
Dünyanın sanatıyla olduğu kadar acılı yaşam öyküsüyle de tanıdığı Frida Kahlo’nun adı bile büyük aşkı Diego ile birlikte anılmaktadır. Bu haksızlık değil midir? Diego’nun adı, “tarihi müzelerde, saraylarda (S.61)” yaşatılırken, Kahlo’nun 1958 yılında müzeye dönüştürülmüş evini gezdiğinde düş kırıklığına uğrar. Aynı semtteki Troçki’nin eviniyse grup ziyaret saatini kaçırdığı için gezemez, elindeki bilgilerle yetinir.
Aztekler ve Mayalar hakkındaki efsaneleri araştırır. Kolomb öncesi Mezo-Amerikalı uygarlıklarının mitolojisi, anlatılan efsaneler onu düşler ülkesine götürür. Mayalar’da rastlanılan başlıca yılan sembolleri; gökyüzündeki iki başlı yılan, yedi başlı yılan, ağaçlı yılan, yumurtalarının çevresinde spiral biçimde çöreklenmiş yılan, iki “S” biçiminde kesişen çift yılan, iki noktalı (yıldızlı) yılan veya içinde noktalar (yıldız konumları) olan “S” biçimli yılan mitini her yerde görecektir. Tek tanrılı dinlerden önce yaşayan tanrılar sanki her yerdedir. Derisi pul yerine tüylerle kaplı “Tüylü Yılan-Quetzalcoatl” ölümün ve dirilişin tanrısıdır. Yağmur Tanrısı “Thloc” bereket ve bolluğu simgeler. Gezi boyunca “Tüylü Yılan”la tapınak, saray gibi tarihi mekânlarda karşılaşır.
Tüylü Yılan Sarayı’ndaki kabartmalarda yer alan “ağızları açık yılan kafaları korku veriyor insana” diye geçirir içinden: “Hangi yüzyılda nerede olursa olsun, korku bir yandan hayatta kalmamızı sağlıyor, diğer yandan var oluşumuzu tehdit ediyor, (S.79)” diye anlatır korkuyu.
Mexico’da çok sayıda meydan vardır. Eğlenceli bir yer olan Garibaldi Meydanı’nda grup soluklanır. Artık Margarita’yı hak etmişlerdir. “Meksikalılar için müzik ve dans sadece eğlence değil bir ritüel, bir ibadet şekliydi. (S.64)” diye yazar.
Daha sonra Tequila’yı tadar ama Meksika’nın ulusal içkisi sayılan Tequila’nın yapımı için kullanılan bir kaktüs türü olan agave bitkisinin öz suyu alındıktan sonra öldüğünü öğrenir. Terk edilen agave tarlalarının / doğanın katledilmesi içini acıtır. Bu içki üzerine anlatılanları dinlerken de Meksika’da uyuşturucunun ne kadar yaygın olduğuna takılır.
Oaxaca kentinde grubun kahve içip kiliseyi seyrettiği meydanın 2006 yılında 70 bin öğretmenin özlük hakları için yaptıkları greve tanık olduğunu ve hükümetin Öğretmenler Sendikası ile anlaşmak zorunda kaldığı bilgisini de atlamaz. Otel odaları geceleri onun “kendine ait odası” olmuştur; gündüz biriktirdiklerini, dış dünyanın gerçekleri içinden damıttıklarını kadınca duyuşuyla, yazıya döker, notlar alır.
Mexico’da Teotihuacan, Oaxaca bölgesinde Monte Alban ve Mitla, Yucatan bölgesinde Palenque, Puuc bölgesinde Uxmal, Chichen Itza ve Tulum antik kentlerindeki izlenimlerini okuruz merakla. Onunla birlikte gezeriz Meksika’yı baştanbaşa. Kentler uygarlık tarihinde yaşanmış sosyo-ekonomik, siyasal, kültürel olguların tanığıdır. Gezi sırasında işgalcilerin geride bıraktığı izler kadar, tarihle kuşatılmış kentlerde, bazılarının pek çok kültür mirasını da bünyesinde barındırdığı görürüz. Yerel kültürün değerlerinden ödün vermemiş bölgeler, iyi korunmuş görkemli tarihi binalar, tarihi dokunun zenginliği, tarihi mekânlarda entelektüellerin rağbet ettiği kafeler…
Bu arada kadınları unutmaz. Kitabın sonunda özenle hazırlanmış eklerde, Meksika kadın mücadelesi başlıklı yazı: “Meksika’nın köleliğe karşı mücadelesinde binlerce kadın öldürüldü. (S.138)” diye başlar.
On iki gün göz açıp kapayıncaya kadar biter. Bavullar yavaş yavaş toparlanır. Peki, turist olup da hediyelik eşyalardan almamak olur mu? O da bölgeyi temsil etme özelliği taşıyan, bölgenin gelenek ve kültürünü yansıtan, özenle seçip aldığı hediyelik eşyaları bavuluna yerleştirir.
Uçak Mexico Havaalanı’ndan kalkarken inişli çıkışlı duygular içerisindedir. Bazen hüzünlü, bazen mutlu, çoğu kez öfkeli ve isyankâr ruh hallerinden geçerek bitirir geziyi. Neden Meksika gezisi, sorusunun yanıtını Sonsöz‘de buluruz.
“Benim Meksikam, her şeye inat dilini, bağımsızlığını ve özgürlüğünü savunan bir ülkeydi. Benim Meksikam, binlerce yıl önceye dayanan tarihleri ve kültürleriyle Amerika kıtasının gerçek sahiplerinin yurduydu. Mayaların, Azteklerin, Zapoteclerin ve diğer yerli halkların bağımsızlığı için direnen Zapatistaların ülkesiydi.”
Kanımca, Benim Meksikam’ı özgün kılan en önemli yanı, yazarın mimariden tarihe; gündelik yaşamdan politikaya uzanan yaratı alanlarını gezerken aralarında kurduğu ilişkinin geziyi, dolayısıyla kitabı nasıl zenginleştirdiğini göstermesidir. Büyük bir emek ve titizlikle, hiçbir özveriden kaçınılmaksızın kuşe kâğıda basılmış, olağanüstü güzellikteki renkli fotoğraflarıyla, kısacası hanidir gerek biçim gerekse içerik olarak bu denli nitelikli bir kitabı elimden bırakamadım desem? (TT/AS)