24 Haziran benim için de birçokları için olduğu gibi oldukça kaotik ve zordu. Geceyi yarım yamalak bir uykuyla ve korna/silah sesleri eşliğinde geçirdim. Sabah korkunç bir mide ağrısıyla uyandım. Gün doğdu fakat aymadı bir türlü. Sakin kalmaya, bir şeylere odaklanmaya çalıştım, başaramadım.
Zihnimde çok fazla soru vardı. Ama galiba öfke ve kalp kırıklığından bağımsız olarak düşünebildiğim şey şu: Ben ve benim gibi hisseden insanlar bu coğrafyada nasıl hayatta kalacağız? Bunca öfke, nefret, parçalanmışlık içinde nasıl var olacağız? Yaralarımızı nasıl saracağız? Bitmeyen hayal kırıklıkları içinde yeni bir günü nasıl inşa edeceğiz? Buna gücümüz kaldı mı?
Tekrar, tekrar ve tekrar düşündüm. Bu seçimin bana bir kez daha gözüme sokarcasına hatırlattığı şey şu: “Sen bu topraklarda vahşi bir sistem içinde yaşamakta olan, ölüm ve nefret kokan bir coğrafyanın evladısın. Sayıp sövsen de, kavga da etsen, sana bunu yapanlara, maruz kaldıklarına her gün bela da okusan bu değişmeyecek. Bu gerçeklikle ne yapacağına karar ver!”
Evet, bu seçim bana yeniden gösterdi ki benim gibi olmayanla, beni istemeyenle, belki beni ortadan kaldırmak isteyenle yüzleşmek zorundayım. Ondan kaçarak bir yere varamıyorum. Varlığımı ona kabul ettirmemin bir yolu olmalı. Şimdiye kadar kullandığım yöntem belli ki işe yaramıyor. Aşağılamak, gözlerimi kapatarak o yokmuş gibi davranmak, meydanı ona bırakarak görünmez olmak çocuksu-regresif bir tepkiden öteye gidemiyor.
Bu tıpkı yüzleşmek istemediğimiz geçmişe benziyor. Ne kadar kaçarsak kaçalım peşimizi bırakmayan, rüyalarımızı, tepkilerimizi, bedenimizi ele geçiren geçmiş… Ona dokunmaktan uzaklaştıkça yaşamımızda hiçbir çözülme olmuyor. Çocukluk travmalarımızın kahramanı anne babamızla devam ettirdiğimiz öfke dolu ilişki biçimi hayatımızı nasıl düğümlüyorsa, nasıl yaptığımız her şeye bulaşma gücüne sahipse bu da öyle. Salt öfkeyle hiçbir yere varılmadığını artık görmek zorundayız sanıyorum. Yarattıkları baskıyla benliğe bir darbe olan ailelerimiz, özel hayatımızla gereksiz yere fazla ilgilenen ve her fırsatta eleştiren akrabalarımız, zorba ve adaletsiz çalışma ortamlarımız, dış görünüşümüze ya da evimize gelen misafire garip garip bakan komşularımız… Bu liste uzar gider ve kişiden kişiye değişir.
Tüm bunlara rağmen yaşamak ve ne yapacağımızı bulmak gerek. Aksi halde yüzleşilemeyen bir travma olarak tepemizden inmeyecekler. Bakın umutlanmaya ne kadar hazırız, işte bu bizim gücümüz! Bizleri inciten her şeye rağmen umut etmeye, inanmaya ne kadar ihtiyacımız var. Öyleyse yapabiliriz demek oluyor bu.
Viktor Frankl’ın toplama kampında nasıl hayatta kaldığını hatırlıyorum burada. İnsanın Anlam Arayışı kitabında toplama kampında yaşadığı deneyimleri anlattığı bir bölüm var. Kamptaki ölümlerin ya da intiharların birçoğunun umudun yitirilmesinden olduğundan söz ediliyor sıkça. Ve bir yerde şöyle diyor: “Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu.”
Hayat bize diyor ki; temas etmek zorundasın! Değişim istiyorsan öfkeni de dönüştürmek zorundasın. Sadece sinirlenmek bir işe yaramıyor. Burada yaşayacaksan başetmenin bir yolunu bul. Yoksa öfkeden ördüğün duvarların altında kalmaya maalesef mahkumsun. Çünkü her şeye rağmen varsın, çok yakın zamanda da gördüğün kadarıyla, o kadar yalnız değilsin üstelik. Seçiminin getirdiği zorlukları göğüsleyerek özgür olabilirsin. Sorumluluk almadan özgürlükten bahsedilemez.
En iyi neyi yapabiliyorsak onu yaparak, üreterek, çalışarak ve inanarak olacak bu. Buradayız ve varız demenin kendimizce yöntemlerini bularak olacak. Hayatın ve seçimlerimizin bizden ne beklediğini bulmaya çalışarak olacak. Başka şansımız yok. Ve elbette birbirimize sarılarak… Gazete Duvar yazarlarından Zehra Çelenk’in babalar gününde yaptığı bir paylaşım vardı, bana epeyce dokunmuştu. Alıntı John Berger’den: “Gizli bir yetimler ittifakı öneririm. Birbirimize göz kırparız. Hiyerarşiyi reddederiz. Dünyanın pisliğini olduğu gibi kabullenir, buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair hikayeleri paylaşırız. Münasebetsiziz biz, kopuğuz. Evrendeki yıldızların yarısından fazlası hiçbir takımyıldıza ait olmayan yetim yıldızlardır. Takımyıldızların hepsinden daha fazla ışık verirler.”
Velhasıl; belki hayallerim oldukça kırık ancak varlığım hala ve inatla burada. Yeni bir günü inşa edebilme gücünün kolay kolay tükenen bir şey olmadığını seziyorum. İçinde anlam bulduğumuz tüm hakikatler için direnmeye değer.
“Benim hala umudum var.” (BK/AS)