O'na/Şirin’e
anılarını koruyanlar bilir,
niye
yanık
Başka bambaşka bir yazı olacaktı bu yazı...
Oğul Barbu ile o oğula düşkün mü düşkün olan anne Cornelia'nın öyküsünü yazacaktım... Calin Peter Netzer'in Berlin Altın Ayı ve FİPRESCI ödüllü filmi "Çocuğun Pozu" filminden bende kalanları size verecektim... Yani anlatacaktım... Yani yazacaktım...
Ama gelin görünki filmi izlediğim günün akşamının az bir zaman öncesinde yani daha bulutun patikada kaybolmadığı zaman diliminde bildik bilmelerden, görmelerden, duymalardan, koklamalardan (gaz kokusu), bedeninde hissetmelerden (polis jopu, basınçlı su) kalan an'lar vardı sokakta, caddede, meydanda... İnsan'da... Bunun için bu yazı başka bir yazı olamadı... Bunun için bu yazı Diyarbakır-İstanbul arasında artık olmayan "Emek Sineması" üzerine eski ve bildik cümlelerden kurulu bir yazı oldu.
Bir kez daha aynı sözcüklerle başlamak... Bir kez daha aynı cümlelerle başlayıp üç noktayı koymak... Biliyorum aynı sözcükler yinelendiğinde başka anlamlar yükleniyor ne yazık ki... Ve değerini kaybediyor o sözcükler... Kıymet-i harbiyet-i kalmıyor o sözcüklerin... Kim bilir bir gün “bulutun patikada kaybolduğu yer”de anlam sözcük ile sözcük de anlam ile buluşup kavuşurlar birbirlerine.
2011 yılının aralık ayında aynı başlıklı yazıda şöyle bir cümle ile başlamıştım yazıya burada yani bianet'te:
"...İstanbul Beyoğlu'ndaki Emek Sineması'nın adı ne zaman geçse, ne zaman anılsa ve ne zaman "yıkılacak" cümlesini duysam beni en başa yani yaşanan günlere götürür..."
Ve devam ediyordu o eski ve bildik cümleler:
"...Günlerden salıydı ya da pazartesi... Mevsimlerden kıştı... Aylardan Şubat... Şubat'ın 16'sı veya 22'siydi... Yıl 1999'du... Yer Diyarbakır'dı... Mekân Emek Sineması'ydı... Her şey ama her şey amcamın "Kenan iki bilet aldım... Akşam Emek Sineması'nda Yılmaz Güney'in Yol filmini izleyeceğiz" demesiyle başladı... Bilet, Emek Sineması, Yılmaz Güney ve Yol filmi..."
Benim için bildik bir şehir, bildik bir gökyüzü, bildik bir yağmur, bildik bir gece, bildik bir rüzgâr, bildik bir gitme, bildik bilmeler gibi olmayacak o günü şöyle anlatıyordum:
"...Bildik bilmeler eşliğinde bildik bilmeme olan Emek Sineması'na gittik. Sinemanın önü hınca hınç doluydu. Sanki herkes oraya gelmişti. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadınlı erkekli herkes ordaydı o akşam. Duyan duymayan herkes gelmişti.
Bu kadar insanı salon nasıl alacaktı ki. Çünkü herkes kararlıydı ve istekliydi. Öyle ki kahvehanelerden sandalyeler, tabureler taşınmıştı içeri.
Öylesine çoktuk o gün Emek Sineması'nda.
Sonra herkes yerini aldı. Herkes birbirini sessizliğe davet etti. Her şey sinemanın küçük kötü kardeşi olan televizyonda gördüğümüz bildik bilmeler gibi oldu.
Önce ışıklar söndü. Sonra ışıkların sönmesiyle her yer karanlık oldu. Perde yavaş yavaş aydınlanmaya başlandı. Aydınlanan perdede iki adamın arasında sağ yumruğunu havaya kaldırmış adam yani Yılmaz Güney görülünce büyük bir alkış koptu sözleşmişçesine. Kimi zılgıt çekti. Kimi slogan attı. Kimi sessizce ağladı.
Ve nihayet "Yol" yazısı ekranda görüldü. Film başladı. Saniyeler, dakikalar ve o yaklaşık iki saatlik zaman nasılda bitmişti hemen. Ve nasılda insanlar alkışlayıp durdular filmi dakikalar boyunca.
O gün Emek Sineması'ndan herkes mutlu, hüzünlü, istekli, kararlı, inatçı, mağrur ve umutlu bir şekilde çıkmıştı.
Artık sinema hepimiz için bildik bilmelerdendi. Ama bu güzel anlardan çok az günler sonra Emek Sineması yandı. Ya da yaktılar onu. Yanıp kül olmuştu. Bir daha ama bir daha Emek Sineması'nda film gösterilmedi..."
"Benim Emek Sinemalarım"dan Diyarbakır'daki "Emek"in nasıl ortadan kaldırıldığını, yok edildiğini böyle anlatmıştım... Akıp gidiyordu şu kör topal hayat.
Sonra her şey ve bir şey olması gerektiği gibi de akıp gitti... Zamanın tozu yavaş yavaş gelip üzerine kondu -hem de sarsarak, inciterek, acıtarak, özleterek- her şeyin ve bir şeyin üzerine... Zamanın tozu örtse de her şeyin ve bir şeyin üzerini yine de anıların gelip bizi yeniden bulduğunu belirterek şöyle sürdürüyordum yazıyı:
"...Zamanın önemi yok artık. Yer, İstanbul. Mekan, Emek Sineması
Salon hınca hınç doluydu her zamanki gibi. Önce ışıklar söndü ve içeri karanlığa büründü. Sonra perde aydınlandı. Çok sonra ekranda koşan ve hareket eden görüntüler görüldü.
Shane Meadoes'un ‘Somers Town’ filmiydi perde gösterilen. Londra'ya yeni gelmiş iki çocuğun öyküsü anlatılıyordu. Salonda bildik bilmeler yaşanıyordu yine. Herkes mutluydu. Ve perdede anlatılanlar herkesi güldürüyordu. En çok da arkamda oturan adamı güldürüyordu. Adam o kadar güzel gülüyordu ki dönüp arkama baktım o an. Ve gördüğüm adam Atilla Dorsay'dı.
Ve herkes yıllar önce nasıl ki Diyarbakır'daki Emek Sineması'ndan mutlu, kararlı, istekli, umutlu, inatçı ve mağrur çıktıysa İstanbul'daki Emek Sineması'ndan da öyle çıktı.
Ve yıllar önce Diyarbakır Emek Sineması'na nasıl dokunup yok ettilerse bugün Beyoğlu'ndaki Emek Sineması'nı yok etmek isteyerek bizlere "bilmek istemediğimiz bildik bilmeler" yaşatmak istiyorlar..."
2011 yılının aralık ayındaki yazı böyle bir yazıydı... Diyarbakır-İstanbul hattındaki Emek Sineması'nın öyküsü böyleydi işte.
O yazının üzerinden ne çok mevsim geçti... Günler yürümeye başlamıştı... Diyarbakır Emek Sineması'na nasıl dokunup yok ettilerse İstanbul'daki Emek Sineması'nı da yok ederek bizlere bilmek istemediğimiz bildik bilmeleri yaşattırdılar bir kez daha ve son kez olmayacakçasına.
Gören gözlerimizin bakışları altında kapısına kilit vurdular kimseler içeri girmesin diye... Kilitli kapısının arkasındaki çığlığını çok az insan duydu... İskeleleri gelip yerleştirdiler bir gün ve bir gece ansızın... Çığlığı şehirde döndü dolaştı belki duyarlar, belki çığlığına çığlık olur diye ama duymaya meraklı kulaklardan çok azı duydu onu... Sonra her şeyi başlatan ve bitiren darbeyi vurdular... Artık çığlık da yok(tu).
Hayallerimizin, sevinçlerimizin, hüzünlerimizin, umutlarımızın, mutluluklarımızın, mahmurluklarımızın, mağrurluklarımızın, bakışlarımızın, bakışmalarımızın, gülümsemelerimizin, gülmelerimizin, kahkahalarımızın birlikte başlayıp birlikte yaşandığı ve birlikte paylaşılıp çoğaldığı an'ların ve zamanların mekan(lar)ı yok oldu.
Bir başlangıcı ve sonu yokmuşçasına yıllar önceki gibi dönüp arkama bakmak istedim hala güzel gülüyor muydu o adam/Atilla Dorsay diye... Dönüp de arkama baktığımda son halini görmek için içeri girdi diye dövülen Atilla Dorsay kalemini çoktan kırmıştı bile.
Her daim de öyledir
Geçmiş zamanda Diyarbakır'da "Emek" oldu hüznün adı.
Geçmiş zamanda İstanbul'da "Şan" oldu... "Lale" oldu... "Rüya" oldu... "Elhamra" oldu... "Alkazar" oldu hüznün adı.
Şimdiki zamanda da İstanbul'da "Emek" oldu hüznün adı.
Artık "Sevgi", "Emek"siz kaldı... Oysa "Sevgi", "Emek"ti(r)... "Sevgi", "Emek" ister... Şairin de dediği gibi "her daim de öyledir"...