"Mutlak unutma" diye bir şey yoktur. Yaşananlar bir yere gitmiyor. Bir kenarda duruyorlar. Saklı dururlar sadece. Bir şeylerin gelip o kenarda duranı, saklanmış olanı ortaya çıkarması yeterli. Ve o zaman başa dönersin, en başa...
İstanbul Beyoğlu'ndaki Emek Sineması'nın adı ne zaman geçse, ne zaman anılsa ve ne zaman "yıkılacak" cümlesini duysam beni en başa yani yaşanan günlere götürür.
Günlerden salıydı ya da pazartesi. Mevsimlerden kış'tı. Aylardan Şubat. Şubat'ın 16'sı veya 22'siydi. Yıl 1999'du. Yer Diyarbakır'dı. Mekân Emek Sineması'ydı.
Her şey ama her şey amcamın "Kenan iki bilet aldım. Akşam Emek Sineması'nda Yılmaz Güney'in Yol filmini izleyeceğiz" demesiyle başladı.
Bilet, Emek Sineması, Yılmaz Güney ve Yol filmi...
Harfler/sözcükler/cümleler/kelimeler ne kadar birbirine yakındı. Ya da "uzak"tı. Çünkü Yılmaz Güney yaşamını yitirmişti Yol filmi de yıllar yılı yasaklıydı.
Uzak'tı işte çünkü sinemaya hiç gitmemiştim. Ama ne olduğunu biliyordum. Çünkü onu, onun küçük kötü kardeşi olan televizyonda görmüştüm.
Karanlık büyük bir salon, geniş bir ekran, görüntü daha büyük, perdedeki kahramanların ise dokunacak kadar insana yakın olduğunu görmüştüm.
Ve orada oturan insanların büyük bir sessizlik içinde bir ayindeymişçesine oturup perdeye baktıklarını da görmüştüm. Bildik bilmelerden değildi sinema benim için yani. "Bildik bir gökyüzü gibi değildi. Bildik bir yağmur gibi hiç değildi. Ya da bildik bir gece, bildik bir rüzgâr, bildik gitmeler gibi değildi."
Bildik bilmeler eşliğinde bildik bilmeme olan Emek Sineması'na gittik. Sinemanın önü hınca hınç doluydu. Sanki herkes oraya gelmişti. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadınlı erkekli herkes ordaydı o akşam. Duyan duymayan herkes gelmişti.
Bu kadar insanı salon nasıl alacaktı ki. Çünkü herkes kararlıydı ve istekliydi. Öyle ki kahvehanelerden sandalyeler, tabureler taşınmıştı içeri.
Öylesine çoktuk o gün Emek Sineması'nda.
Sonra herkes yerini aldı. Herkes birbirini sessizliğe davet etti. Her şey sinemanın küçük kötü kardeşi olan televizyonda gördüğümüz bildik bilmeler gibi oldu.
Önce ışıklar söndü. Sonra ışıkların sönmesiyle her yer karanlık oldu. Perde yavaş yavaş aydınlanmaya başlandı. Aydınlanan perdede iki adamın arasında sağ yumruğunu havaya kaldırmış adam yani Yılmaz Güney görülünce büyük bir alkış koptu sözleşmişçesine. Kimi zılgıt çekti. Kimi slogan attı. Kimi sessizce ağladı.
Ve nihayet "Yol" yazısı ekranda görüldü. Film başladı. Saniyeler, dakikalar ve o yaklaşık iki saatlik zaman nasılda bitmişti hemen. Ve nasılda insanlar alkışlayıp durdular filmi dakikalar boyunca.
O gün Emek Sineması'ndan herkes mutlu, hüzünlü, istekli, kararlı, inatçı, mağrur ve umutlu, bir şekilde çıkmıştı.
Artık sinema hepimiz için bildik bilmelerdendi. Ama bu güzel anlardan çok az günler sonra Emek Sineması yandı. Ya da yaktılar onu. Yanıp kül olmuştu. Bir daha ama bir daha Emek Sineması'nda film gösterilmedi.
Sonra her şey geçti, hiçbir şey geçmese de. Önce bildik saatler geçti... Sonra bildik günler geçti... Daha sonra bildik haftalar geçti... Çok daha sonra bildik aylar geçti... Ve en son bildik yıllar geçti...
Unuttuğunu, sakladığım, bir köşeye ittiğin gelip tekrar seni bulmuştu. Yani tekrar başa dönmeler.
Zamanın önemi yok artık. Yer İstanbul. Mekan Emek Sineması.
Salon hınca hınç doluydu her zamanki gibi. Önce ışıklar söndü ve içeri karanlığa büründü. Sonra perde aydınlandı. Çok sonra ekranda koşan ve hareket eden görüntüler görüldü.
Sahne Meadoes'un Somers Town filmiydi perde gösterilen. Londra'ya yeni gelmiş iki çocuğun öyküsü anlatılıyordu. Salonda bildik bilmeler yaşanıyordu yine. Herkes mutluydu. Ve perdede anlatılanlar herkesi güldürüyordu. En çok da arkamda oturan adamı güldürüyordu. Ama o kadar güzel gülüyordu ki dönüp arkama baktım o an. Ve gördüğüm adam Atilla Dorsay'dı.
Ve herkes yıllar önce nasıl ki Diyarbakır'daki Emek Sineması'ndan mutlu, kararlı, istekli, umutlu, inatçı ve mağrur çıktıysa İstanbul'daki Emek Sineması'ndan da öyle çıktı.
Ve yıllar önce Diyarbakır Emek Sineması'na nasıl dokunup yok ettilerse bugün Beyoğlu'ndaki Emek Sineması'nı yok etmek isteyerek bizlere "bilmek istemediğimiz bildik bilmeler" yaşatmak istiyorlar.
"Bilmek istemediğimiz bildik bilmeler" yaşamamak için insanların hayallerinin, sevinçlerinin, hüzünlerinin, umutlarının, mutluluklarının, kahkahalarının birlikte yaşandığı birlikte paylaşıldığı anların, zamanların ve mekânların yok olmaması için "Emek Bizim! Bizim İstanbul!" demek için bugün saat 16.00'da Emek Sineması'nın önünde olmalıyız. Çünkü bildik başka Emek Sinema'mız yok.
Not: Yazının başlığı için Füruzan'ın "Benim Sinemalarım" adlı kitabından esinlenilmiştir.