“Kızım onsuz büyüyecek. Babasız kaldığım kadar doğacak bebişim dedesiz kaldı diye de üzülüyorum”, dedi dün taziyeye gittiğim arkadaşım Bilge. Haklıydı.
Benim çocuklarım da; aynı benim gibi; dedesiz büyüdü. Kızlarımın; dedeleri Dönümcü Necati Efendi’yi tanımamış olmasını hep haksızlık diye düşünmüşümdür.
Eve gittiğimde fotoğraf arşivimden ‘babamlı’ fotoğraf aradım. 17 yaşındayken yitirdiğim babamın bende dört fotoğrafı vardı. ‘Ben’li fotoğrafını bulamadım; ama var biliyorum; hatta çoğu ablalarımın nişan-düğünlerinde çekilen.
Yaş ilerledikçe yakın bellek yaşlanıp, uzak bellek gençleştiğinden (!) zor olmadı serbest çağrışımla davet ettiğim karelerin gözümün önüne gelmesi.
*****
Babam… Toprakla bağlantılı her işi yapmış; amele, çiftçi, eksper, dönümcü, tüccar, İlkokul diplomalı. Aydın. Demokrat. Dava adamı. İnançlı bir politikacı. Kanaat adamı. İyi okur. İyi baba. Şanstan yoksun, paradan yana yoksul.
Selanik macırı, çakır gözlü, doğurgan, direngen, hamarat, yoktan var etme şampiyonu, sıkça kızılcık şerbeti içen (!), çilekeş ama isyankar olmayan, yoksu(l-n)luğun üstünü örtme ustası, beş kızının anası Emine; avradı onun.
Dört çocuğu İzmir Kız Lisesi'nde, diğeri Ortaklar Öğretmen Okulu’nda parasız (gerçekten) yatılı okuduğundan ağzından “Allah devlete, millete zeval vermesin” amentüsünü eksik etmeyen, “Benim kızların askerliği -yani okuması- hiç bitmeyecek. Onların çeyizi kitapları ve diplomaları olacak” diyen –ve öyle de olan- bir adam.
Sıkça Söke otobüs terminalinde, otobüsten inecek kızlarından birini bekleyen ya da yolculayan; hep içi kirli ya da temiz çamaşır dolu valiz taşıyan; evci izninden okula dönen kız(lar)ı arkadaşlarına ‘dolap önü partisi’ versin diye avradından 2-3 tepsi börek, koca tencereyle dolma-sarma yapmasını isteyen, çocukları yoksa evinin duvarlarının –aslında kendisinin- ağladığını, varsa evin içinde güneş açtığını söyleyen, nadiren kızının birinden mektup geldiğinde önce postaneye gidip para havale eden sonra da zarfı açan bir baba.
Ablaları geldiğinde 'kral' kanepelerinden yer yatağına tenzil eden 4-5 nolu çocuklarına ablaları okula dönünce “kaynanalarınız gitti, yeriniz bollaştı" diyen, avradının çocuklarının yaptığı hataları ve yanlışları tamir ettiğini bir şekilde bilen ama yüz göz olmayan bir adam.
Yaramazlıklarımız nedeniyle annem tarafından “Geldiğinde babana söylersem fena olur” diye tehdit edildiğimizden yüzümüz düşerdi akşam ezan vakti. Annemin söylemesine gerek yoktu; beden dilimiz ilan ederdi zaten suçlu olduğumuzu. Yemek sonrası çiğdem keyfi yaparken “eeee, anlatın bakalım; n’oldu bugün” dediğinde dökülüverirdik. Nasihat ederdi örnekler vererek. Hasbelkader annem suçumuzu söyleyecek olduğunda “Benim kız(lar)ım yapmaz” diyerek en büyük ceza olan utanma cezası verirdi.
İki kez tokatladı beni. Cebinden izinsiz para almıştım birinde; koca paket damak çikolatası almak için. Diğerinde ise; hepimiz birer bisiklet kiralayarak 4-5 arkadaş Söke’nin tenha taraflarına direksiyon kırdığımız için.
Bir kez bağırdı bana. Üniversite sınav sonucuna olan memnuniyetsizliğimi, evde terör estirmeye çevirince, büfedeki cam bardaklar bile titremişti; “yeter artık” dediğinde.
“Benim yatım, katım, tarlam, çiftim” dediği kızlarının okul başarısıyla övünürdü için için ama şımarmayalım diye “önemli olan hayat başarısı” derdi. Her birimizin başına ne gelirse kabullenip, “üzerimize düşeni yaparız ” derdi, annemle birlikte.
11 yaşından itibaren, ayrı bir şehirde yatılı okuyan, aslında her biri ayrı renk olan çocuklarının kırılgan ve ‘nane molla’ olmamasında payı büyüktü. “Yaparsın”, “başarırsın”, “Senin için kolay”, “Aferin; Bir dahaki sefere daha iyisini yapmaya çalış” diyerek onay verir, yüreklendirirdi bizi. İyi insan, iyi yurttaş olmamızı isterdi. Arkadaşlığa, dostluğa önem verir, bizim de vermemizi isterdi. Mutlu olurdu; hafta sonu, yaz tatillerinde misafir gelen arkadaşlarımızdan.
Yoktu elinde, avucunda; gönlü zengindi yoksa. Eline para geçtiğinde her şeyin en iyisini, en güzelini alıp, yedirir, içirir: “Bugün doyduk; yarına Allah Kerim” derdi. Canı sıkkınken, bizim bir isteğimizi yerine getiremeyeceğinde yada sağlayamayacağında eve geç gelirdi; geceleyin.
Tuttuğu partinin kahvesinde -lokal mi demeli- gün boyu oturup yüksek politika yapar; sair zamanlarda da domino oynardı. Dönüm işi için onu arayanlar parti binasında bulurdu.
Cuma salası verildiği saatlerde neneme giderdi elini öpmeye; fırsat buldukça. Mahallemizdeki hastalara iğne yapardı. Bayılırdım; kaminotede enjektörü kaynatırken ortalığa dağılan alkol kokusuna. Soğuk algınlığı olanların sırtına kupa çekerdi. Bütün ailenin kurbanlık koyunlarını o keserdi; bizde övünürdük ’babamız çok becerikli’ diye. Annemin bize öreceği hırka, kazak için yünlerin çilesini çözüp çok güzel yumak yapardı; şekilli ve tepesi delikli. Hiç hasta olmazdı; aspirin – optalidon kullanırdı; gerektiğinde. Vicks her derde deva derdi.
Kitap okumadan uyumazdı. Minicik idare lambasının ışığında okurdu; her gece 15-20 sayfa. Gözlüğüyle ve elinde kitapla uyuya kalırdı, hep.
Uzak gözlüğünün üstüne yakın gözlük takardı; gerektiğinde. Demokrat İzmir ve Cumhuriyet alınırdı eve. “Hadi okuyun bakalım şu yazıyı, yüksek sesle derdi. Okurken sıkılıp sütun olmasa bile satır-paragraf atladığımızda “gözün kaydı herhalde, baştan al” derdi. Okul Aile Birliği yönetiminde oldu hep; ben ve kardeşim ilkokuldayken. Veli toplantılarında rahatça ifade etti hep bizi, kendini.
Birinci sigarası içerdi; ucu ucuna ekleyerek. Sade kahve sever, taze fasulyeden nefret eder, hamur işine bayılırdı. Eli zenginken mumlara sarılı balık yumurtası alırdı; nadiren içtiği rakının yanına meze. Kokusunu sevmezdik yumurtanın ama onun eve yaydığı huzuru severdik.
17 yıl baba-kız olduk birbirimize. O hiç yaşlanmadı; hep aynıydı benim gözümde nedense. Ellerini belinde kenetleyerek yürürdü sokakta. Yakışıklıydı.Teni bembeyaz ama yüz hep kıpkırmızıydı. Radyoda ajans saati ağzımızı açmazdık; dinlerdik hep birlikte. Radyo Tiyatrosu olurdu; Perşembe geceleri. Ailece oturup dinlerdik. Türk Sanat Müziği severdi.
Bize verdiği bir işi istemeden üstünkörü yaptığımızda “berenarı olmuş” dediğinde çok utanırdım. Çocukları çok severdi; çocuklar da onu. Parmak oyunları öğretir; bilmece-bulmaca sorar, komşu çocuklarının ödevlerine yardım ederdi. Geometri ve matematiği çok güçlüydü.
“Dönümcü ne demek?” diye sorduğumda ”Belediyedeki kadastro memuru gibi mektepli değil; onun alaylısı” demişti. O dönüme çağrıldığında sevinirdik; eve para girecek diye. Çizmelerini giyer, kasketini takar, eski giysilerini giyer, çivileri ve aynasını alır öyle giderdi; tarlaya ölçüm yapmaya. Çamur içinde dönerdi eve. Yıkanıp yemeğini yer ardından katlanıp açılan masanın üstünde blanj kağıtlara harita çizerdi; ucu hiç kütleşmeyen kurşun kalemlerle.
Üniversiteye başlayacağım yıl, Temmuz sıcağında yandı yüreğimiz; babam öldü. Kanser illetinin fark edilmesiyle onu yıkıp götürmesinin arası sadece 40 gün oldu. Cenazesi manidardı; gurur vericiydi geride kalan bizler için.
Tedavi için Ankara’ya götüreceğimizde “Gitmem; seçimde oyumu kullanmadan. Bir oy, bir oydur“ dedi. 5. Haziran 77 günü kullandı oyunu; partisinin gönderdiği arabayla sandık başına giderek; ayakta bile zor dururken. Önce İzmir’e gittik; ardından trenle Ankara’ya aynı gün. Ablamla radyodan aldığımız sandık sonuçlarını not edip ona iletiyorduk. Yorgun, halsiz ama mutluydu.
63’ünde öldü. Göremediği sadece son 2 kızının mürüvveti ya da son 3 torunu değildi. Çok şey kaçırdı babam acısından, tatlısından. Ben de onsuz kalmakla çok şey kaybettim aslında.
*****
İnsanın babasının olması zenginlik; annesi gibi. Dedesinin olması da zenginlik; büyükannesi gibi. Tabii insanın çocuğu ve torunu olması da öyle.
Zenginliklerin farkına varıla ve değeri biline. (ŞD/BK/EKN)