Beni bulduklarında bütün ailemin; annemin, babamın kardeşlerimin ölmüş bedenlerinin başında bekliyormuşum. O kırımdan hayatta kalan bir tek ben varmışım... Bu katliamı neden işlediklerini hala anlayabilmiş ve içime sindirebilmiş değilim! Kim katlanabilir böyle bir acıya...
Üstelik yanaşırlarken bizi sevdiklerini söylemişlerdir herhalde... “Gel kuçu kuçu, gel kuçu kuçu gel...” Yoksa ben bebek halimle ne anlarım! Annem babam bilseler onları yanımıza yanaştırırlar mıydı?
Önümüze etlerle karışık yemek artıklarından koydukları yiyeceklere, onların “zehir” dedikleri öldürücü karıştırdıklarını nereden bilebilirdik? Zaten günlerdir açtık, açıktaydık!
Hayatta kalmış olmama sevinemedim bile! O kadar hastaydım ki anlatamam, günlerce kendime gelemedim. Bütün yediklerimi çıkardım. İçim dışıma çıktı, canım bedenimden ayrılayazdı! Ne kadar acı çektiğimi kime nasıl anlatsam...
Ama hayat devam ediyor! Dedim ya, beni bulduklarında ailemin başında sessiz sedasız bekliyormuşum... Bu yazdıklarımı okuyanlardan bazılarınız “şanslısın’’ diyorsunuzdur mutlaka. Onları duyar gibiyim! Ailemin bütün fertleri insanlar tarafından zehirlenerek öldürülmüşken, ben kendimi nasıl “şanslı” sayarım?
Nasıl kurtarıldım?
Gelgelelim hayat sürprizlerle dolu. Beni kurtaran Melis abla var ya… Size nasıl anlatsam? Bütün hayatını bizlere adamış! Hem de öyle böyle değil! Yeminle, bütün varlığını dökmüş bizler için. Son on yılda yüzlercemizi kurtarmış, ev bulmuş, yurt bulmuş… O bizim dilimizden, bakışlarımızdan, halimizden anlıyor...
Beni o gün ilk bulan abiler, ablalar aldıkları gibi doğruca barınağa getirmişler. Orada benim gibi onlarcası daha vardı. Hayal meyal hatırlıyorum. Biraz aklım ermeye başladığında onların da hikayelerini dinler oldum.
Tatil dönüşü yolda bırakılanlar mı dersiniz, kimileri tarafından işkence edilip sokağa terk edilenler mi, tek gözü ya da bacağı olmayanlar mı.. Hepimizin bir hikayesi var. Benim acım onlarla paylaşınca biraz daha hafifledi.
Zaman zaman aramızdan birileri bir ev bulup gittiklerinde nasıl seviniyorduk bir bilseniz! İşte bana da öyle oldu.
Barınağa gelişimden tam üç ay sonra bana da “Yol göründü” dediler! Arkadaşlarımın hemen hepsinin “Sen çok şanslısın, Amerika’ya gidiyorsun! Gidince bizi unutma” diye diye dillerinde tüy bitti! Hiç unutur muyum, onlarla “kader birliği” yapmışız.
İstanbul'dan Amerika'ya yolculuk
İnanmayacaksınız her şey o kadar hızlı gelişti ki, bir-iki gün içinde pasaport, vize, aşılar filan derken kendimi bir kafesin içinde uçağa bindirilirken buldum. Üstelik insanoğlu “pandemi” ile “pandomim” arasındaki farkı fark edememiş. Dünyanın dört bir yanında hayatını kaybedenlerin haddi hesabı yok! Bize bir tek maske takmadıkları kaldı...
İstanbul nire San Francisco nire!
O kadar uzun yola nasıl katlandık ben bile anlamış değilim. Ayrı ayrı kafeslerde toplam iki elinizin parmakları kadardık! Melis ablayla tanışmamız o kadar güzeldi ki anlatamam!
O beni daha barınağa geldiğim ilk gün taaa Amerika’dan sahiplenmiş. Onlarca para harcamış benim bakımım için! Barınağa geldiğimde bir deri bir kemikmişim!
Bize kavuşunca hepimizi ayrı ayrı kucakladı, beni yanaklarımdan tutup sıkı sıkı öptü ve kulağıma “çok güzel bir eve gidiyorsun, orada seni yeni ailen sabırsızlıkla bekliyor! Ama biraz daha yol gideceğiz, katlanman gerek” diye fısıldadı!
San Francisco Havaalanı’nda gümrükte ve göçmen bürosunda işler tahminimden de hızlı yürüdü ve kendimizi arabada bulduk.
Melis abla beni kafesimden çıkarıp ön koltuğa oturttu. O günlerde buralarda inanılmaz bir biçimde orman yangınları vardı. Bu insanoğlu hala anlayamadı dünyanın ve doğanın nasıl değişmekte olduğunu...
Yangın yerlerinden geçtik! Ama hiç korkmadım. Neredeyse üç gün üç gece yoldaydık. Arada bir dinlendik tabii! Hatta Oregon eyaletinde Ashland adlı kasabada bir gece kaldık! Sabah olduğunda tekrar arabaya hiç binesim yoktu! “Yine mi yol?” diye saklandım...
Epey bir kovalamaca oynadık! Hoşuma da gitmişti! Onlar kovaladıkça ben kaçtım. Aslında dört bir yanı çevrili bir bahçe… Bir yere gideceğim de yoktu! Sonunda yalvar yakar bindirdiler beni arabaya tekrar yola düştük. Melis abla yol boyunca konuştu benimle. İnanmayacaksınız ama beni almak için kendisine tam 1256 başvuru olmuş, üstelik on kişiye de söz vermiş!
Gidip yerlerini görecek, nasıl koşullar içinde yaşayacağıma göre karar verecekmiş!
Ama tam bizi almak İçin Seattle’dan San Francisco uçağına binmeden önce gelen telefon benim kaderimde çok büyük rol oynamış! Seattle’a ulaştığımızda her şeyden önce yangın yerlerinden kurtulduğumuz için çok sevinmiştim.
Çiftliğimizde hayat
Seattle üç yanı dağlar, öbür yanı denizle çevrili yemyeşil bir şehir. Daha şehre indiğimiz günün sabahı beni almaya gelen Suzi ablam hiç anlamadığım bir dilde benimle konuşmaya başladı! Sanki kırk yıllık arkadaşız! Bana bir sarıldı, bir kucakladı, bir okşadı dilim tutuldu! Havlamadım bile.
Aynı gün, belki de son kez kafes içinde kısa bir yolculuk yaşadık! Vapurun sadece sesini duyardım ben memleketteyken, burada vapura bile binmiş oldum. Whidbey adasındaki yeni evime geldiğimde benim için yeni bir hayatın başladığına inandım! “İnsan rahata kolay alışır” derler ya aynen öyle!
Önce koca Hank bana pek yüz vermedi, küçük Pixy ise “Nerden geldi başıma” der gibi bir tavır takındı ama hiç gücenmedim! Hank nerdeyse babam yaşında, Pixy derseniz anneannem… Ona hep kibar davranmak zorundayım!
Atlar ayrı bir alem, ilk tanışmamızda korkmadım desem yalan olur! Esmeralda bir esmer güzeli ve sanki bir dev! Ayrıca iki tane de ondan küçük bir ana kız var, annenin tek gözü kör! Ne olmuş acaba? Vardır onun da bir hikayesi! Bir de yerlerinde duramayan iki kardeş keçi var! İki arada bir derede toslaşıyorlar ama her zaman oynaşıyorlar!
Bana memleketteki barınakta Molly adını vermişler ama benim adım artık Yayla. Pasaporta yeni adımı Sedat abim ekledi! Çok da sevdim adımı! Zaten bana anlattığına göre daha ben gelmeden adımı koymuşlar. Sedat abim, Kerim dedemin de bu dünyadan göçüp gitmeden önce çok sevdiği kangalını, yaşadığı köyün kasabına hediye etmiş, sürülerini gözlesin diye.
İşte bu hikayeyi Sedat abim Suzi ablama anlatırken, “Kangallar daha çok yaylalarda sürüleri korumak, kollamakla görevlidirler” dediğinde, Suzi ablam “Adı Yayla olsun o zaman” demiş ve kapıyı açıp “Yaylaaaaaaaaaaa, Yaylaaaaaaaaa, Yaylaaaaaaaaa” diye üç kez beni çağırmış... Şimdi de bir an gözlerinden kaybolsam hemen o sese kulak veriyorum...
Bu çiftliğe gelişimden bu yana başımdan çok şey geçti ama yavaş yavaş alışıyorum. Bir seferinde Sedat abim beni ağzımda komşunun ördeğiyle görünce paniğe kapıldı ve hem İngilizce hem Türkçe “Bırak onu, drop it drop it” diye bağırınca bıraktım! Utandım elbette, ama zaten hiç canını acıtmamıştım…
Ördek de paytak paytak komşunun bahçesine kadar yürüdü. Sedat abim de onu takip etti. Akşam bu hikayeyi anlatırken Suzi ablanın gülmekten gözlerinden yaş geldi... Daha geleli bir ay olmadı bu bana aldıkları ikinci yatak! Birincisini paramparça ettim! Pamuklar evin her yerinde! Daha düne kadar sokakta yatan ben...
Umudunuzu kesmeyin
Bir de tam nereye işeyeceğimi bilmiyorum... Nerden bileyim, yeni yeni öğreniyorum! Şimdi kapıyı açtıklarında en azından dışarı çıkmam gerektiğini hissettiriyorlar bana... Aslında dışarda uyusam daha iyi bence! Bir de içi pamuk dolu oyuncaklar var! Hepsi de benim için alınmış! Bir tek bize benzeyene dokunmadım, diğerlerinin hepsini parçaladım.
Ha bu arada boynuma takılan tasmanın da bir hikayesi var! Aramızda kalsın, ben nereye gidersem onların ellerindeki telefondan haberleri oluyor. “Yayla evden çıktı!”, “Yayla bugün 12,400 adım attı”, “Yayla eve 500 metre uzakta”, “Yayla eve döndü”… Hani “büyük birader” dedikleri şey var ya aynen öyle! Ama ben bunu beni sevdikleri için yaptıklarına yürekten inanıyorum.
Benim keyfim şimdilik yerinde! Asıl sizleri çok merak ediyorum… Umudunuzu kesmeyin! Bu dünyada hala çok güzel insanlar var ve onların varlığı bizi daha mutlu kılacak! Güzel günlerin geleceğine olan inancınızı yitirmeyin! Yitirmeyelim!
(NÖ)