80'lerde doğan nesil için 12 Eylül, 90'lı yıllarda başladı. Bu nedenle benim 12 Eylül deneyimim de, bu neslin bir parçası olarak 90'lı yıllarda topraktan çıkarılan kitaplarla başladı. Bizimki gibi pek çok ailede, artık "güven"de olunduğu hissi 90'larda gelmiş olacak ki ancak bu dönemde çıkardık babamın kitaplarını topraktan.
Bize bir masal gibi anlatılan zamanlarda, birileri için kitaplar yine, bomba kadar tehlikeliymiş demek. Bu yüzden de, ya toprağa gömülmüşler ya da yakılmışlar. Yani "şehit kanlarıyla sulanmış" denilerek hamasi nutuklar atılan bu topraklar, aslında kitaplarla da beslenmiş; bu topraklar üzerinde yaşayan vatandaşlar yakılan kitapların dumanını ciğerlerine çekmiş. Toprağa gömülen koskoca bir Marksist külliyatı düşündüğümüzde, 80 sonrasında solun tam olarak filizlenememesi bu yönüyle gariptir.
Benim 12 Eylül'ümün bir kısmı topraktan çıkan kitaplarsa başka bir kısmı da ülkenin Güneydoğu'sunda yaşanan "olay"lardır.
İlkokula yeni başlamıştım ki, annem ve babamın bu bölgeye tayini çıktığı haberiyle kalakalmıştık ailecek.
Çatışmanın en yoğun olduğu dönemdi. İlk kez o zaman, bir tanıdığımızın, biraz da alaycı sözleriyle Kürt diye bir sözcük olduğunu öğrendim.
Okula orada devam edecektim ve söylenene göre, dilini bilmediğim çocukların arasında olacaktım. Tayinler son anda durduruldu ve ben, Kürt olarak adlandırılan insanların konuştuğu bu "anlaşılamayan dil"e, batıya göç etmek zorunda kalan ve 90'ların inşaat seferberliğine ucuz işgücü olarak katılan insanlar sayesinde "aşina" oldum.
90'lardan itibaren olan biteni algılamaya başlayan bizim nesil için bu dönem, Metin Göktepe cinayeti, Susurluk kazası, özel harekatçılar, Manisa davası, Sivas katliamı ve özür dileyerek vb. ifadesini kullanacağım pek çok başka başka cinayet, katliam, baskı demekti.
90'ların ortalarından itibaren, kuşağımın kafasındaki yapbozun parçaları birleşmeye başladı. Biz 70'lerde siyasi mücadeleye girmemiştik, hapiste yatmamıştık, işkence görmemiştik ama bizim de yaşadığımız kendi 12 Eylül'ümüzdü. Hepimiz, bu ülkenin okullarından kışlalarından geçmiş/geçmekte olan bireyler olarak az veya çok kendi 12 Eylül'ümüzü yaşadık ve hala da yaşıyoruz. Kendimizi farklılaştırmaya çalışsak da, hepimiz Evren'in ve Özal'ın paltosundan çıktık. İşte bu nedenle AKP'nin seçim şarkısındaki "aynı yoldan geçme, aynı sudan içme" iddiası, tam da 12 Eylül'ün yargılanması konusundaki kaygıları açıklıyor.
12 Eylül yargılaması
Geçen hafta, 12 Eylül yargılanmaya başlandı. Ve bu süreçte, sağdan bazı isimler, politik enerjisini yine solu yıkıcı biçimde eleştirmek için kullanmayı tercih eden soldan isimlerle birlikte, adliye önüne gelenlerin referandumdaki oylarını sorgulayıp "gördünüz mü bak" demeye başladılar.
Gelmeyenlerin de mağduriyetini sorgulamaya varan bu eleştirilerde, hiç de "yaratıcı olmayan bir yanlış anlama" vardı en iyimser söyleyişle. Hepimizin icracısı olduğu bu sakatlayan eleştiri geleneği, tartışarak ikna etmeye/olmaya değil, karşıdakinin kafasına kafasına vurup yükselme, büyüme çabasına dayanıyor.
12 Eylül'ün bu dönemde yargılanmasını eleştirmeyi, solun ezberlerine dayandırmanın da, bunu söyleyenleri darbecilik vb. şekillerde suçlamanın da, bu tartışmayı sakatlamak olduğunu düşünüyorum. Ancak "AKP 12 Eylül'ün ürünüdür, bu nedenle 12 Eylül'ü yargılayamaz" argümanına da katılmıyorum. AKP de, en az diğer partiler kadar 12 Eylül ürünüdür.
12 Eylül Darbesi'ni yapanların zihinsel dünyalarına baktığımızda bu coğrafya için yeni bir kavrayış göremiyoruz. Meclisteki ve sokaktaki çatışma nedeniyle kendi kendini yönetemediği düşünülen halkın idaresinin ele alınması, her türden farklılığın ve talebin şiddetin her türüyle bastırılması ve yapılan değişikliklerin ve eylemlerin, tüm insan hakları ihlallerine ve hukuksuzluğa rağmen anayasa korunmasına alınması. Bu kavrayış, 12 Eylül'ün öncesinden devralınan ve sonrasına da miras bırakılan bir düşünme biçimi.
Bu düşünme biçimi, bireylerden, kolektif hareketlerden, kurumlardan bağımsız ve "a priori" olarak bulunan bir düşünce kümesi değil. Ancak uygulayıcıları tarafından, yeniden ve farklı biçimlerde, farklı eklemlenmelerle oluşturulan bir iktidar kavrayışı. Mesele, AKP'nin 12 Eylül ürünü olup olmamasında değil, zamanında bu kavrayışın ötekisini oluşturan unsurları barındıran bir hareket olarak, bu kavrayışı ne ölçüde yeniden ürettiğinde düğümleniyor.
Yargılamanın kapısını açan 12 Eylül referandumu, bu kavrayıştan önemli ölçüde faydalanıyordu. Bir paket halinde sunulan bu değişiklik, bütünüyle oylamaya sunulduğu için, maddelerin teker teker değerlendirilmesine olanak sağlamadı.
Seçmen, ya hepsine evet ya hepsine hayır demeye zorlandı. Bu kavrayışın bir başka örneğini de, içindeki artıları sayarken usandığımız eğitim sistemi değişikliğinde gördük. Tarihin tarihçilere, dinin ulemaya sorulmasının savunulduğu ülkemizde, eğitimin eğitimcilere bırakılamayacak kadar önemli bir konu olduğunu tankla, suyla, gazla deneyimledik.
Yazımın başında 12 Eylül'ün bana bireysel olarak ifade ettiklerinden söz etmiştim. Kitapların gömülmek ya da yakılmak zorunda kaldığı, yapılan işkencelerin Kürt hareketini dağa çıkardığı, çıkmayanları göçe zorladığı bir 12 Eylül.
Benim yaşadığım 12 Eylül böyleyken, kitapların daha yayınlanmadan matbaalardan toplandığı, farklı taleplerin üzerine tankla, copla, gazla gidildiği, yasaların, "sizin için en iyisini ben bilirim" diyerek ve tartışılmadan çıkarıldığı bir dönemde 12 Eylül'ün yargılanmasını garipsemek çok da garip olmasa gerek.
Yargılamanın sadece iki generalle sınırlı kalmayacağı, dönemin asker ve sivil sorumlularına da uzanacağı söyleniyor. Böylesi kapsamlı bir yargılamayı ve hesaplaşmayı sonuna kadar destekliyorum.
Fakat, Hrant Dink cinayetinin, Uludere'nin sorumlularına ulaşılamazken, öğrenciler, akademisyenler okullardan atılırken, baskı, şiddet görürken, tutuklanırken, tutukluluklar mahkûmiyete dönüşmüşken, eylem yapanlar göz önünde, gözaltında şiddet görürken, Sivas'ta yakınlarını kaybedenlere adliye önünde gaz bombaları atılırken, cezaevlerinde çocuklar cinsel şiddete maruz kalırken, ülkenin dört bir yanında işçiler ölürken, böyle bir yargılamaya -şüphelerim bâki bir şekilde desteklesem bile- sevinemiyorum.
Eğer son dönemde yaşadıklarımız, 12 Eylül'ün düşünce yapısından kaynaklanıyorsa yargılanan nedir?
Eğer kaynaklanmıyorsa 12 Eylül'ü 12 Eylül yapan nedir?
* Ar. Gör. Ozan Çavdar, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi