Hani bazen bir insan tanırsın da sanki hep tanıyormuş hissine kapılırsın ya işte tam da öyle bir duyguydu Hrant Dink’le aramdaki.
Tek farkla hiç tanışmadan ailemin ferdi olmuştu Hrant Dink ve ben 19 Ocak 2007'de ailemden birini Agos'un önünde kaybettim.
Aynı zaman diliminde yaşayıp, çok geç tanıyıp, hatta tanıması kaybettiği güne denk gelecek kadarda şansızdım. Ailesi, Agos, Ermeniler, Sarı Gelin türküsü hayatımın hassasiyetleri arasına girmişti 19 Ocakla...
Ben Hrant'ı yazılarıyla, verdiği röportajlarla tanıdım.
Ne, Ermeni olduğu için askerde yemin töreninde devre arkadaşlarına erbaş rütbesi verilirken kendisinin ayrılıp er olarak bırakılırken, teneke barakanın arkasında tek başına saatlerce ağlarken sesi duyulmasın diye elindeki anahtarı tenekeden barakaya sürtmesini; ne de Demirel'in ''Ermenilere üç çakıl taşı bile vermeyiz'' demesine ithafen yazısında ''Evet biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var çünkü kökümüz burada ama merak etmeyin bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için'' verdiği cevabı; ne de ''Türklüğü aşağılamak!'' suçlamasıyla aldığı 6 aylık mahkumiyet sonrasında onu ''Türk düşmanı'' gösterdikten sonra artan tehdit ve öfke içeren mail ve mektuplardan sonraki yazısında, ''Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz'' sözlerini unutabilirim.
Duymaya alışık olmadığımız bir parçamızın nesnel sesi olarak, okuduğum her yazısında onun halkların kardeşi olduğu gerçeğini pekiştirip durdum. Şöyle sıkı sıkı sarılma fırsatım olsun çok isterdim.
19. yüzyılın ''modası'' milliyete dayalı devlet kavramını, etkisi gün geçtikçe artan bir dozda hala devam ettirebilen, hala bunu vatandaşına yedirebilen bir ülkenin, ''öteki'' kavramı üzerinden kendine değer biçen bir toplumun insanları olarak, hiç unutmayalım bu cinayeti. Birileri birilerinin eline silah verdi, öldürttü. Birileri bu ölüme sevindi üzerine şarkı besteledi. Bir cinayet övüldü ve birlikte fotoğraflar çekildi.
Çünkü ya sev ya terk et ülkesi burası. Çünkü tek yürek tek millet toprakları. Çünkü her sabah varlığını sadece Türk milletinin varlığına armağan eden insanların toprakları...
Farklı olarak burada doğmuş, büyümüş, çocukluğunu bu topraklarda geçirmiş olmanız, aynı mahallede birlikte oyun oynamış, komşuluk etmenizin hiçbir önemi yok. Bir gün ben Türk değilim, Türkiyelim dersiniz ve arkadan iki kuşunla vurularak ölebilirsiniz.
Türk olan diğer Türkiyeli tarafından Türkiye'deki dışlayıcılığın, başkasına ırk üzerinden hiyerarşi kurmanın ve toprak milliyetçiliğinin kurbanı oluvermissinizdir.
Hani bin yıllık yüküm süren Anadolu medeniyetlerinin topraklarıydık biz. Demek Pir Sultan Abdal'ların, Mevlana'ların, Yunus'ların tadına bir türlü ulaşamamışız.
Vakti zamanında 17 yaşındaki çocukların asıldığı bu ülkede, hadi şimdi çok demokratik bir ülkeyiz o 12 Eylül’dü diyelim. 14 yaşındaki bir ''çocuk'' kendi rızasıyla 28 kişiyle ilişkiye girebilecek kadar ''büyük'' sayıldığı bu ülkede hep aynı çemberde dönüp duruyoruz, değişen bir şey yok. Fark var mı arasında Sivas'ta yakılanlarla, sokak ortasında vurulanların, Roboski'de parçalananların.
17 Ocak 2012 yılında görülen karar davasından sonra, Yargıtay 9. Ceza Dairesi örgüt yönünden verilen beraat kararını bozmuş, sanıkların silahlı terör örgütü üyesi oldukları gerekçesiyle yargılanmaları talebinde bulunmuştu. Bu karardan sonra 17 Eylül 2013 yılında görülen ilk duruşmada savcı, sanık Erhan Tuncel için yakalama kararı çıkarılmasını isteyerek duruşmayı 3 Aralık'a ertelemişti. Dink ailesi ise 17 Eylül'de görülen duruşma öncesi duruşmalara artık katılmayacaklarını açıklamışlardı.
3 Aralık'ta görülen duruşmada ise savcı Osman Hayal ve Zeynel Abidin Yavuz hakkında yakalama kararı çıkararak duruşmayı 12 Şubat'ta erteledi.
Yedi yıl oldu, sen hala o kaldırımda yatıyorsun. Biz geride bıraktıkların o karanlığı hala sorgulayamadık. Bu adalet sistemi sırt ağrılarıma bir çare bulsun artık. Zira artık heybeme daha ne kadar acı yüklemem gerek bilmiyorum.
Edip Cansever soruyor ya bir şiirinde;
"Bin dokuz yüz on beşlerde ne vardı
ben pencereden bakarken
kimseler ölmemişti
ölüm diye bir şey yoktu ki Hilmi bey
var mıydı?"
Ben pencereden bakarken ölüm diye bir şey vardı ve insanlar artık hiç güvercin izlemiyorlardı... (RDY/HK)