Soğuk bir kış günüydü. Onkoloji polikliniğinde kimi hastalara tedavinin olumlu sonuçlarını anlatıyor, birlikte umutlanıyorduk. Kimi hastalarda ise belirsiz geleceğin ağırlığını, tükenen umutları yakınlarına çaresizlik içinde dile getiriyor, onları teselli etmeye çalışıyorduk. O gün, daha önce hikâyesine kısmen aşina olduğum bir hastayı karşılayacaktım. Bir şekilde avukatıyla haberleşmiş, otuz yılı aşan bir mahkumiyetin ardından iki gün önce serbest bırakıldığını öğrenmiştim.
Onun hikâyesi, Türkiye cezaevlerinde sessizce ölüme terk edilen yüzlerce hasta mahpusun ortak hikâyesinden yalnızca biriydi.
Kapıdan içeri girdiğinde, yaşının olgunluğunu taşıyan, dingin ama sözlerinin ağırlığını hissettiren kararlı bir yüz ifadesiyle masama yaklaştı. Elimi sıktı; tanışma ve hal hatır faslının ardından, güven ilişkimizin temeli atıldı. Yaşamının sonuna dek sürecek bu hasta-hekim güveni içinde bana dönerek şunları söyledi:
“Mamoste, ben dışarıya ölmek için değil, yaşamak için çıktım.”
Bu söz, yalnızca bir hastanın değil, cezaevlerinde yıllardır sağlık hakkı ellerinden alınan, geciken tanı ve tedavi nedeniyle ölüme terk edilen yüzlerce mahpusun haykırışıydı.
Mehmed Uzun’un sesi
Bu söz bana bir başka sesi, modern Kürt edebiyatının öncü yazarlarından Mehmed Uzun’u hatırlattı. Edebi yaşamını sürgünde şekillendiren Uzun, roman, deneme ve çeviri çalışmalarıyla Kürt dilinin edebiyat dili olarak gelişmesine büyük katkı sunmuştu.

Ölmeye değil yaşamaya geldim
Mide kanserine yakalandığında İsveçli doktorlar ona yalnızca birkaç hafta ömür biçmiş, palyatif bakım ünitesine göndermeye karar vermişlerdi. O ise 2006 Temmuz’unda radikal bir kararla Diyarbakır’a döndü. Havaalanına indiğinde halkına ve toprağına sarıldı:
— “Diyarbakır hayatımın şehridir. Berxwedan jiyan e (Yaşamak Direnmektir). Ben buraya ölmeye değil, yaşamaya geldim.”
Uzun’un bu sözleri, halkın belleğine yaşamın ve direncin sembolü olarak kazındı. Halkının yoğun sevgisi ve o dönem Amed’de görev yapan meslektaşlarımızın yakın ilgisiyle, sevdiği topraklarda yalnızca birkaç hafta değil, 15 ay daha yaşadı.
Geciken tanı, engellenen tedavi
Hastamın sözleri de Uzun’un haykırışıyla birleşiyordu: İnsan ölmek için değil, yaşamak için vardır.
Hastamın hikâyesini dinledikçe içimiz burkuldu. Yıllar önce başlayan şikâyetleri –kilo kaybı, iştahsızlık, ağrı– bir tıp öğrencisinin bile kanserden şüphelenmesine yetecek düzeydeydi. Ama cezaevi koşullarında bu ses duyulmamıştı. Defalarca dilekçe vermiş, “tedavi hakkımı istiyorum” diye yazmıştı. Ancak her defasında duvarlara çarpan bir ses olmuştu. Hastalığı ilerlemiş, tedavisi defalarca ötelenmiş, kanser tanısı ise aylarca konulamamıştı.
Üstelik aynı dönemde iki ayrı kansere yakalanmasına rağmen cezaevinden cezaevine sürgün edilmiş, kurul kararlarıyla serbest bırakılmamıştı. Ancak durumu ağırlaştığında, biraz da oluşturulan kamuoyunun baskısı ile serbest bırakıldı. Ne var ki artık çok geçti; hastalık ileri evredeydi.
Bizim çabamızla ancak geç kalınmış bir tanı konulabildi: Sadece bağırsak değil, aynı zamanda mide kanseri de vardı. Mücadelemiz aynı anda iki organın kanseri ile olacaktı. Hastalığın ilerlemiş evresinde, tüm emeklere rağmen, geciken tanının ve cezaevi koşullarında yitirilen zamanın telafisi mümkün değildi. Yakınlarının çırpınışı, onun yaşama direnci ve bizim tıbbi gayretimiz ölümün önüne geçemedi. Bedenine yayılan hastalık, onu birkaç ay içinde aramızdan aldı. Ancak ardında bıraktığı o cümle, demir parmaklıklar ardında çürütülmek ölüme terk edilmek istenen herkesin sesi oldu:
— “Ben ölmeye değil, yaşamaya geldim.”
Devletin sorumluluğu ve ihlaller
Bugün hâlâ cezaevlerinde benzer durumda yüzlerce, belki binlerce hasta mahpus var. Aslında anayasal ve yasal yükümlülükleri açıktır: Özgürlüğünden yoksun bırakılan her bireyin yaşamı ve sağlığı, tümüyle devletin sorumluluğu altındadır.
Ne var ki bu sorumluluk yerine getirilmiyor. Tam tersine hasta mahpuslar adeta ölüme sürükleniyor. Ağır kanser, kalp hastalıkları, organ yetmezlikleri, kronik ve ölümcül tablolarla boğuşan yüzlerce mahpus cezaevlerinde yaşam mücadelesi veriyor. Oysa dışarıda bile bu hastalıklarla başa çıkmak ve tedavi imkânı bulmak son derece zorken, onlar bu mücadeleyi demir parmaklıkların ardında, her türlü kısıtlılık ve imkânsızlık içinde veriyor.
Cezaevlerinin fiziki koşulları tedavi için elverişsiz; hastanelere sevkler aylarca sürüyor. Kimi yerlerde kelepçeli muayene dayatmasını reddedenler tedaviden mahrum bırakılıyor. İlaçlar düzensiz veriliyor. Tedaviye erişim haklı sistematik biçimde engelleniyor. Kısacası, mahpuslar sadece özgürlüklerinden değil, yaşam haklarından da mahrum bırakılıyor; ölüme terk ediliyor.
Barış, yaşam hakkı ve insanlık onuru
Bugünlerde, farklı kesimlerin farklı adlarla tanımladığı bir barış sürecinden geçiyoruz. Ancak barış, yalnızca silahların sustuğu bir an değildir. Gerçek barış, yaşam hakkının herkes için güvence altına alınmasıdır. Cezaevlerinde ölüme terk edilen hasta mahpusların özgürlüklerine kavuşmasıdır.
Uluslararası normlar da bu gerçeği açıkça ortaya koyuyor. Birleşmiş Milletler Mandela Kuralları, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Dünya Tabipler Birliği bildirgeleri… Hepsi hasta mahpusların tedaviye erişim hakkını güvence altına alıyor. Türkiye ise taraf olduğu bu sözleşmeleri açıkça ihlal ediyor. Hasta mahpusların serbest bırakılması yalnızca insani bir görev değil; aynı zamanda hukuki, siyasi ve ahlaki bir zorunluluktur.
Son söz
Hastamın hikâyesi, tek bir insana ait değildir; cezaevlerinde sağlık hakkı gasp edilen, tedaviye erişemeyen tüm mahpusların ortak hikâyesidir.
Onun sözü hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor:
— “Ben ölmeye değil, yaşamaya geldim.”
Bu söz yalnızca bir çığlık değil; hepimize yöneltilmiş bir çağrıdır. Barışın, adaletin ve insanca yaşamın inşası, demir parmaklıklar ardındaki bu sessiz haykırışları duymak ve gereğini yapmakla mümkündür. Devletin kurumları, siyasi otoriteler, hukuk mekanizmaları, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, meslek kuruluşları ve toplumun tüm vicdan sahibi bireyleri sorumludur. Çünkü yaşam hakkını savunan her ses, karanlığa karşı büyüyen bir umut ışığıdır; o ışık gün gelecek tüm parmaklıkları aşacaktır.
Yaşam hakkını güvence altına almak, tedaviye erişimi sağlamak, hasta mahpusları özgür bırakmak anayasal, hukuki ve insani bir zorunluluktur. Devletin kurumları, siyasi otoriteler ve yargı mekanizmaları bu sorumluluktan kaçamaz. Ama bundan da öte, bu insanların sesi olmak hepimizin vicdani borcudur. Çünkü onlar ölmeye değil, yaşamaya geldiler. Her şeye rağmen yaşama tutunan, ölümü kabullenmeyen bu inançlı duruş; barışın, adaletin ve insanca yaşamın yolunu gösteren bir çağrıdır. Bizler, onların sesini büyütmeli, dayanışmayla görünmez kılınmak istenen çığlıkları umuda dönüştürmeliyiz. Çünkü yaşama sevinci, en karanlık parmaklıkları bile aşacak güçtedir.
(HY/HA)







