Necat Uğraş’ın Radikal iki’de kaleme aldığı yazısında (Andımız ve hali pür mealimiz-21/10/2007) adı geçmeyen o çocuklardan biri de benim. Yanlış anlaşılmasın. Hiçbir çocuğu ayırmayan, ‘eşitlikçi’ bir (evet, askeri) düzenin bu bağır çağır metnini unutmuş olan bir yetişkine rastlamadım.
Dar ve siyah demir kapılı okul bahçesinin dış duvarlarının önüne görünmez bir yaratık gibi demir attığımdan ve “andımız”ı mırıl mırıl okuyup heyecanlanan teyzelerin yanında saf tuttuğumdan ama beri yandan da çocukluğumun o garip bağırışları kulağımda yankılandığı için de böyle yazıyorum.
1980’lerde ilkokulda olmanın, çocuksu dünyanın dokunulamazlığı dışında çok ezici yanları vardı. Özgür bir kuş olmak isteyemezdiniz, utangaç, silik bir çocuk olabilirdiniz ancak. En azından ben öyleydim. Sizi harita odasına götürüp saatlerce ‘sınır’lara hapseden, tek çoraplı (masanın altında sadece tek ayağı görünürdü. O da çoraplı olarak) öğretmeninize matematik öğrenmek istediğinizi söyleyemezdiniz, koşup oynarken karşınıza dikilen eli cetvelli engele bakmaya cesaret edemezdiniz, saç örgülerinizi beğenmeyen bir başkasıyla tuvalet arkadaşlığınız hiç bitmezdi vs vs.
Kız erkek ayırt etmezlerdi, tokatı yerdik
Ama bir konuda haklarını teslim etmem gerek. Eşit davranırlardı hepimize. Kız erkek ayırt etmezlerdi, tokadı yerdik. Elbette her şey bunlardan ibaret değildi. Çocukların şartları zorlamaktaki becerisini bilmem anlatmaya gerek var mı?Çünkü o da apayrı bir mesele. “Andımız”ı merdivenlerin tepesinde, (mikrofon olmadığı için daha da çok bağırarak) okumaya Necat bey gibi heves ederdim de, kalabalık karşısında sesim soluğum kesildiği için sayılıdır okuduğum.
Korkardım. Çünkü o vakitler çocukların yanına gitmezdi öğretmenler. Sorunlar birebir değil, kalabalık karşısında çözümlenirdi. Azarlanacak, uyarılacak ve hatta bir iki fiske vurulacak öğrenciler bir boy yukarımızda dizilirlerdi. Hep dizilirdik. Sıraya girerdik. Kolları aç, hizaya bak! Milletçe hizadaydık zaten.
Şimdi okullar açılalı epey bir zaman olmasına rağmen dili olsa konuşacak o küçük parkın banklarıyla kurduğum simbiyotik bağın müsebbibi henüz birinci sınıfa başlamış olan oğlumdu. Beni “içtima düzeni” ile tekrar buluşturan bekleyişlerde, iğde ağacı sandığım o ağacın altında otururken bir heyula gibi üzerime çöken bu çocukluk anılarının Hayao Miyazaki animasyonları tadındaki etkisini silmek de pek zor oldu.
Oğlumla birlikte yeniden okuldayım
Aslında sorun Miyazaki’nin filmlerinde değil tabii, çünkü oğlumla birlikte hatta ondan daha fazla seyrettiğim o küçük, cesur kızlarını, usta işi ayrıntılarla bezediği inanılmaz hayal gücünü çok severim. Sevmediğim şu sarı- kiremit kırmızısı boyası, çok pencereli cephesiyle okulun bana (bize) ettikleri. Oğlum kurumsal olan her şeye önyargıyla yaklaştığı, bir bakıma reddettiği ve bir türlü alışamadığı için okuldayım. Üzerinde düzeltmeler yapılmış ve anlaşılmış teneffüs hesabıyla üç teneffüs yani.
Ayça Şen’in oğlu Memo ile yaşadıkları okul tecrübelerini, acılı bir kahkahaya benzeyen yazılarından okuyorsunuzdur. Karşılaştırma yapmaya lüzum yok belki ama pek çok çocuğun “andımız”la giriş yaptığı halet-i ruhiye onun ve N. Uğraş’ın da belirttiği gibi tam olarak şudur; mutsuzluk. Biz de öğretmenimiz sayesinde pedagojik dehlizlerin içinde kaybolmadan, müfredatın içinde minik özgürlük alanları yaratmaya çalışarak ağır aksak ilerliyoruz. Sabır taşı oluyoruz.
Aralıklarla yağan yağmurun zorunlu iznine çıkan bir ‘veli’ olarak devam ettiğimiz okulun pek çok iyi niteliğinin ağır bastığını rahatlıkla yazsam da ruhların bir şekilde kaçtığından (Miyazaki’nin Oscar’lı filmine gönderme) eminim. Uzun yıllar bu sistem(ler) farklı yüzlere büründü, içinde ne olduğunu göremeyeceğiniz ancak tahmin edebileceğiniz, az çok seçebileceğiniz, anlatılanları dinleyip ezberleyeceğiniz, sorgusuz sualsiz kabul edeceğiniz, etmek zorunda kalacağınız yüzlerdi bunlar.
Ama ‘hazrol’ diyen sesteki inançsızlığı ve yorgunluğu fark etseniz de, bugün bile hep ‘ı’ düşüyorsa, simgesel olarak değil hakikaten bir şeylerin değişmesi gerekir. Okul şartlarının iyileştirilmesinden, ilköğretim kitaplarındaki cinsiyet eşitsizliğinden tutun da, “dayağı hak ediyorsa azıcık dokundurmak lazım” müştereğinde –hala-buluşma zihniyetine kadar her şeyin değişmesi ve sivil ve demokratik bir eğitim sistemi için, “içtima düzeni”nin kaldırılması bütünün önemli ama yetersiz bir önermesidir.
Bana kalırsa ondan evvel C. Uğraş gibi ,Trevanian’ın otobiyografik özellikler taşıyan romanında, “Dışarıda koskoca bir dünya var, çocuklar, istediğiniz zaman uzanıp onu alabilirsiniz,” * diyen ayrıksı öğretmen gibi eğitim emekçilerinin çoğalması, bu taş gibi ağır sistemin yavaş ama gerçekçi bir süreçte değişmesini sağlar. Hala kalabalık önünde konuşamayan biri olarak, belki şanslı sayılırım. Yazı gibi müthiş bir dil buldum. Bırakır mıyım? Ama gerçek şu ki, geç kaldım. Çünkü başlayamadım. Çocukların işte bu başlangıçlara ihtiyaçları var. Sıkıştıkları yerden çıkmaya, özgürlük alanlarına ihtiyaçları var. Tüm bunlar için de meramımı anlatabildim sanıyorum.
* Trevanian/İnci Sokağı/ E yayınları /s. 67
Okuyuculara not: Bu yazıyı okumadan önce bahsi geçen yazıya bir göz atmanızı tavsiye ederim.