"...-Bir zamanlar Dilovan isminde bir çocuk varmış. / - Benim gibi mi? / - Evet, senin gibi. / - Bendim o. / - Evet, sendin. / - Ne yapıyordum? / - Dur, anlatıyorum..." (La grammatica della fantasia, Gianni Rodari)
Çocukken bazen ben de annemin dizine uzanır, hikayeler dinlerdim. Annemin Türkçesi şimdiki kadar iyi değildi o zamanlar. Başına ne gelse Kürtçe gelirdi ama o "Türkçe bilsen, işlerin olur" diyerek çocuklarıyla Türkçe konuşmaya çalışan annelerdendi. İtiraf edeyim, annemin azıcık Türkçesiyle ancak temel bilgileri aktarabildiği o hikayeler pek bir şeye benzemezlerdi; eğer araya o nağmeli Kürtçe parçaları serpiştirmeseydi.
Öte yandan, annemin kısıtlı bir Türkçeyle anlattığı bu hikayeler benim için, kaçınılmaz olarak, birer boyama kitabına dönüşürlerdi. Çünkü hikayeyi renklendirecek Türkçe sıfatları yoktu annemin; bu yabancı dilde yalnızca çerçeveyi, ana hatları çizebiliyordu. Bu yüzden kendiliğinden bir iş bölümü gelişmişti aramızda; hikayeleri boyamak bana düşerdi: Karı lapa lapa yağdırmak, sokakları ve çatıları beyaza boyamak, bacalardan dumanı tüttürmek benim işimdi.
Onu ilk, annemden dinlediğim bir hikayede tanıdım. On yaşlarında bir kız çocuğuydu. Şehre yeni gelmişti. Üzerinde dallı çiçekli kırmızı bir fistan vardı. Saçları örgülü, iki yandan beline akıyordu. Kıştı, kar çoktu, diye anlatırdı annem. Karı lapa lapa yağdırırdım o zaman ben, sokakları ve çatıları beyaza boyar, sobaları yakar, bacaları tüttürürdüm.
Hikayede küçük kız bakkala gönderiliyordu. Neler alacağını söylüyorlardı ona. Üç parça bir şeydi: Yağ, tuz ve ekmek. Anlaşılmayacak bir şey yoktu ama sonra bunların bakkalın dilinde nasıl dendiğini de belletmeleri gerekti. Çünkü küçük kız Kürttü, lakin şehir ve bakkal Türktü. Dil uyuşmazlığı vardı. Küçük kız unutmamak için alınacakların Türkçesini tekrarlaya tekrarlaya gidiyordu bakkala. Dışarıda kar diz boyuydu ve o da hikayenin kahramanı ufaklık gibi aynı kelimeleri tekrarlarcasına lapa lapa yağıyordu.
Saçları örgülü kız bakkalın önüne geldiğinde neler alacağını çok iyi biliyordu. Ama bir ayrıntıyı unutmuştu. Bakkala nasıl seslenilirdi? Bunu hiç düşünmemişti. Sonra aklına bir çözüm geldi. Dışarıda bekleyecekti. Birazdan bir çocuk gelir bakkala 'bir şey' derdi. O da, çocuk ne derse onu tekrarlardı.
Bir süre sonra Türkçe bilen bir çocuk gelmiş ve o sihirli kelimeleri söylemiş: "Bakkal Amca" demiş içerideki adama. Bizim ufaklık da içeri girip aynen tekrarlamış; bakkal amca, diye seslenmiş dükkanın sahibine, siparişlerin hepsini Türkçe cinsinden hatırlamış ve alacaklarını alıp evine dönmüş.
Hikayedeki küçük kız annemin çocuk haliydi. Annem bu meseli hep "İşte biz Türkçeyi kar altında kapı önlerinde bekleyerek öğrendik, elinizdeki fırsatların değerini bilin" diyerek bitirirdi ve sonuna nerelerden, ne şartlarda geçerek öğrendiğini bilmediğim şu şiarı mutlaka eklerdi: "Türkçe bilsen işlerin olur."
İnsanın annesini bir kız çocuğu olarak tasavvur edip saçlarını örmesi, fistanını giydirmesi ve onu bakkala gönderip karların arasında koşa koşa uzaklaşırken ardı sıra izlemesi dehşetli güzel bir şeydir. Evet, yoksulluk ve havanın soğuk olması biraz üzer insanı ama sonuçta hikayenin sonunu bilirsiniz.
Bir şey olamayacaktır küçük kıza: Kötücül bir Ömer Seyfettin hikayesi (zatürre olup sizi suçluluk duygusundan kıvrandırmayacaktır) ya da hastalıklı bir Kemalettin Tuğcu hikayesi (görüş mesafenizden çıktığı anda bir takım kötü insanlar gelip onu kaçırmayacaktır) değildir. Başı sonu bellidir. Sizin elinizdedir.
Bir paragrafta gönderirsiniz. Birkaç paragraf sonra sokağın köşesinden geldiğini görürsünüz. Evet, elleri üşümüştür, yanakları al al olmuştur soğuktan. Ama siz de kapıda karşılarsınız onu. "Üşümüş mü benim küçük annem?" dersiniz, sarılırsınız. Ellerini aşkla ellerinizin arasına alır, ısıtırsınız. "Korkma" dersiniz küçücük annenize "bak, aynı hikayedeyiz, aynı satırdayız, her şey yolunda."
Ama farklı olarak Türkçeyi karlı soğuklarda kapı önlerinde ya da askerde sürekli dayak yiyerek yahut kerameti kendinden menkul bir öğretmen bozuntusunun hakaretlerine maruz kalarak öğrenen bir anne ya da baba hikayeyi kendisinin yazmadığını, başının sonunun belli olmadığını, her şeye hakim olamayacağını bilir. Bu zalim, adaletsiz dünyaya güvenmez ve çocuğuna bildiği yerden itibaren Türkçe öğretmeyi dener.
Doğal olarak, o ilk insanca olmayan aşamayı çocuğu da yaşamasın ister; hiç değilse bir kademe yukarıdan, daha insanca bir yerden başlasın ister. Çünkü biz farkında olalım ya da olmayalım insanın sürekliliği diye bir şey vardır ve bu, aynı zamanda, hikayenin sürekliliğidir: Atalar evlatta devam eder. Hikayeler de elbette.
İşte tam da bu yüzden, anadiliniz olmayan bir dili öğrenmeye bir kademe yukarıdan, nispeten daha donanımlı başlasanız bile aslında o yabancı dili annenizle beraber o karlı kış gününde öğrendiğinizi bilirsiniz. Öte yandan, anadilinizi gizlice miras aldığınızı da bilirsiniz. Bitlisli büyük yazar William Saroyan'ın söylediği gibi o derinlerde bir yerde vaktini bekliyordur: "Dili [Ermenice]çok geçmeden kavradım, çünkü zaten içimde hatırlanmayı bekliyordu."
Anadilinden başka bir dilde (zorla ya da şartlar gereği) konuşmak durumunda kalan insanlar dünyanın her yerinde anadilleriyle söz konusu dil arasında var olan muhayyel bir sınırda gezinirler. Birebir çeviri yapmaktan ya da dillerin kendine özgü ezgilerinden kaynaklanan yaygın karakteristik hataların dışında, anadilin konuşulan yabancı dilde kendini gösterdiği sınıflandırılabilir başka sıkıntılar da mevcuttur.
Anadili Kürtçe olup Türkçe konuşanlar da, hangi kademeden başlarlarsa başlasınlar, belli oranlarda bu sıkıntıları yaşarlar. Aşağıda benim fark ettiğim bazılarını sıralamaya çalışacağım:
Bazı sesleri çıkaramayız. Öğrenciliğimin ilk yıllarımda Kocamustafapaşa'da bir öğrenci evinde bir hemşerimle bir türlü Hukuk diyemediğimizi fark edip epey gülmüştük. Bizim 'k'ler çok kalın ve boğuk çıkıyordu, neredeyse 'h'ye kaçıyordu, araya bir 'u' almak mümkün olmuyordu. "Huh" deyip kalıyorduk öylece.
Deyimlerle başımız hep derttedir. Ya anlamlarını bilmez yanlış kullanırız. Ailede bir ahbabımızın "Falankes çok iyi, çok art niyetli bir insan" deyişine güldüğümüzü hatırlarım. Ya da başka deyimlerle çiftleştirip ortaya karışık bir şeyler sunarız. Okuldan ve mahalleden arkadaşım bir hemşerim kızdığı zaman "Sen her işe burnunu karıştırma" derdi. Gülerdik, n'apalım?
Özne yüklem uyumsuzluğu hep olur. Annem misafirlikten dönerken ya da bir tanışla karşılaştığında hep aynı hatayı yapardı: "Sen de buyrun gel" derdi. Biz çocuklar anneme Türkçe öğretmeyi çok severdik: "Bi kere ona ya 'Sen de buyur gel' denir ya da "Siz de buyurun gelin". Annem bi dahaki sefere düzeltir, kibarcasını söylerdi: "Siz de buyrun gel."
Kısa yollara itibar etmeyiz, açıklamalı söyleriz. Adana Karataş yolunda Solaklı'nın iç taraflarında karşılaştığım Diyarbakır Çermikli çocuklarla toprak yola iki kale kurup maç yapmıştık. İş zamanıydı, Çukurova'da herkes çalışıyordu. Bir tek ben avare muhabir ve bir de çocuklar vardı maç yapacak. Top elime değdiğinde, özgürce bağırabilmenin getirdiği o çocuklara özgü neşeyle hep bir ağızdan nasıl da haykırıyorlardı: "El değmesi var! El değmesi var!"Ah, hayatımın o en neşeli maçında ne çok 'çocuk gülmesi' vardı!
Benzeş kelimeleri karıştırdığımız da çoktur. Kağızman'ın Çengilli köyünde bir 23 Nisan sabahı "Hay allah, sigaram bitiyor" demiştim. "Balıkda var." demişti evin 10 yaşındaki oğlu Yahya. Bir şey anlamamıştım. Yüzüne baktım. O da bana baktı. Sonra birden utandı kızardı ve düzeltti: "Bakkal" dedi bakkalda var". Sarılmıştık sonra. Utanacak bir şey yoktu, sonuçta yabancı bir dildi bu. Ellerimizde tereyağlı peynirli dürümlerle 'balık'a oradan da törenler için 'oluk'a birlikte gitmiştik Yahya'yla.
Bazılarımıza çok uzak düşer bu dil. Onlar rakamlara basarak ilerler Türkçede. Sason'un Şingalik mezrasına, en yakın köyden bir gün yürüyerek ulaşmıştım. Türkçe benden önce buralara ancak askerlerle, operasyonlarla girmiştir muhtemelen. Şingalikli bazı çocuklar kışın Muş'un Ekindüzü köyünde ilkokula devam ediyorlardı. Bana okulun ne zaman açılacağını sormuşlardı. Ağustos ayıydı. Gelecek ay, deyince anlamadılar. Daha bir ay var, deyince de olmadı. Otuz gün var, deyince bir şeyler belirir gibi oldu zihinlerinde. Kendi aralarında tartışıp tekrar sordular: "On yirmi otuz mu yani" dediler. "Evet" dedim "On yirmi otuz yani."
Sentaks Kürtçenin en aktif olduğu alandır, onu hep değiştiririz. Bir ikindi vakti dağların arasında tanıdım Osman'ı. Patnos'un Kozê (Akdilek) köyünün kıvrımlarında. Kuzuları otlatıyordu. Bahardı. Çayırlara uzanmış sohbet ediyorduk. Dilinden geldiğince Türkçesiyle bana okulda nasıl haksızlığa uğradığını, öğretmeninden haksız yere dayak yediğini anlatıyordu.
Anlattıkça haksızlığa uğradığı an yaklaşıyor, yüzü kızarıyor, öfkeleniyor, yumruklarını sıkıyordu. Sohbetin bir yerinde gayri ihtiyari Kürtçe bir soru sordum. O anı hiç unutmam: Birden başını çevirdi. Gözleri ışıldadı. Öfke dolu yüzüne apansız bir keyif yerleşti. Elimi sıkıca tutup sordu: "Sen ne söyledi?" Bu cümlede kelimelerin seçilişi de dizilişi de Türkçe değil. Hiçbir Türk çocuk böyle kurmaz bu cümleyi.
Kelimelere yeni anlamlar katarız, Türkçeyi zenginleştiririz. Bir 'heyhot' zamanıydı; yani karakışın tam ortasıydı. Kar bütün yolları kapamıştı: O akşam Hakkari merkeze bağlı Kehê (Ağaçdibi) köyünde Dilovan'la küçük kardeşi Vedat Aydın'ın (evde ona kısaca Vedo diyorduk) evine misafir olmuştum.
Dilovan'la ders çalışıyorduk. "Sen bilirsin, sen vali olmuşsun" diyordu Dilovan bana.
Ona ders çalıştırırken kitaptaki sorulardan birini bilmediğimi söyledim ama o inanmadı "Sen bilirsin, sen vali olmuşsun." dedi, beni güldürdü. "Dünyayla ayı karşılaştırınız." diyordu bilemediğim soru. "Sen 'karşılaştırmak' ne demektir, biliyor musun Dilovan?" dedim. Biliyorum tabii." dedi. "Anlat hele." dedim, heyecanla anlatmaya koyuldu:
"Mesela" dedi "benim şu yukarı zomada bir arkadaşım var, şu aşağı köyde de bir arkadaşım var. Ben ikisini de çağırırım. 'Gelin şu ortadaki zomada buluşalım.' derim. İkisi de gelir, ikisini karşılaştırırım, onlar da karşılaşırlar. Memnun olurlar." Yok, yok, hiç düzeltmedim. "Ayla dünyayı uzayın hangi zomasında karşılaştırmayı düşünüyorsun Dilovan?" diye de sormadım. Hoşuma gitti. Ne güzel bir anlamı vardı 'karşılaştırma'nın.
Şimdi sizi metnin bu satırlarını yazdığım zomaya Kürtçeyle karşılaştırmaya çağırıyorum. Karşılaştırayım efendim: Kürtçe. Bu ülkede milyonlarca insanın, özellikle de çocuğun anadili. Memleketi. Çocuklar bir dile doğarlar, orada büyürler, o dilin içinde rahat hareket ederler, bilmedikleri dilde kaybolurlar. Bir anda hiç tanımadıkları başka bir memlekete bırakıldıklarını fark ederler. Tedirgin, çekingen güvensiz olurlar.
Eğer hasbihal Türkçeyse bilin ki Kürtler (özellikle de çocuklar) hep gurbettedirler: Kendi köyünde olduğu halde başka bir dilde gurbete düşen küçük Osman'ı ve anadillerinde tek bir cümleyle bir anda memleketlerine dönen diğer bütün Kürt çocuklarını hatırlayın. Türkçedeki mahzunluklarını ve Kürtçedeki neşelerini.
Türkçe eğitime tabi tutulan Kürt çocukları, onları kendi anavatanlarında gurbete gönderen Türkçe dayatmasına verdikleri farklı tepkilerle, birbirlerinden habersiz, aslında tek tek şu gerçeği söylerler bize: Ben gurbette değilim gurbet benim dilimde. (BK/ŞA)