Çok iyi hatırlıyorum, o tarihlerde yazdığım bir yazı nedeniyle not düşmüşüm; 16 Nisan Pazar günü akşam saatlerinde bir arkadaşım arayıp durumu anlatmış! Seyda, nam-ı diğer Mustafa Gazi “ağır bir kalp krizi geçirmiş, karaciğeri de su toplamış, hastaneye kaldırmışlar, durumu iyi değil! Aman bir müdahale” demişti... O gece doktorları aramış, durumu hakkında bilgi almıştım.
Tek göz evinde bir başına yaşamaya çalışan Seyda kalp krizi geçirmiş. Pek hareket edemeyince de kapıyı açıp kimseye bilgi verememiş. Fark edilip hastaneye kaldırıldığında artık iş işten geçmiş. Kalbinin yüzde 80’i çalışmıyor. Karaciğeri su toplamış. Oksijen maskesiyle nefes almaya çalışıyordu...
Yoğun bakım odasına çok kısa süre için girmiştim. Sırtüstü uzanmıştı. Görünce yüzü ışımış yanına varmam için işaret etmişti. Varmıştık yanına, hâl hatır sorunca; yazdığı şahsiyetlerin dili ve kelamınca “Ben gidiciyem Şeyhmus!” dedi. Qırıqça ve dahi Kentin kelamınca bir sitemdi sanki!
“Dur bakalım Seyda nereye! Doktorun arkadaşım olur, konuştum kendisiyle. Sana uzun süren bir tedavi uygulayacaklar. Direneceksin ve o gitme meselesini de unut” demiştim.
Sonra çıkmıştım yanından ve düşünedurmuştum. Birkaç yıl önce Büyükşehir Belediyesi’nde asgari ücretle çalışırken “hayli Kürdi eleştirel dili”ne, ceketinin düğmesini dahi iliklemeyi beceremeyip yüksek perdeden ahkâm kesen has “kültürlü muhterem zatlar” tahammül edemeyip yol verdirmişlerdi. Halbuki o küçücük asgari ücretin bile Seyda gibi yalnız yaşayan bir insanın hayata bağlanmakta ne denli önemli bir destek olduğunu bilselerdi...
Seyda, Mustafa Gazi hastanenin yoğun bakım ünitesinde adeta hayata yeniden dönmenin mücadelesini vermeye sanki kendi iradesine rağmen zorlanıyordu. Gördüğüm tablo oydu!
Gitmeyeceksin, biraz sabırlı ol, dayan toparlarsın deyince! “Bir gün iyileşirsem konuşuruz bunları” hastane odasından ben çıkarkenki onun son sözleri olmuştu. Sanki kendisi de artık bir daha toparlanacağına inanmıyor gibiydi.
Bir süre hastanede yattıktan sonra çıktı. Sanatçı arkadaşları Diyarbekir’de Seyda’ya katkı için bir gece düzenlediler.
Sonrasında bir kaç kez görüştük. Hazırlamış olduğu birkaç kitap çalışması üzerine sohbet ettik. En son bir ay kadar önce Sanatçı Şoreş’in Kalan Müzik’ten çıkacak olan Gewr / Gri albümündeki parçalardan biri için hazırlanacak klibe sponsor bulmak üzere Mardinkapı’sında hoş bir sohbetimiz oldu. (Bu arada Seyda’nın emeklerinin çok olduğu Gewr albümü de çıktı).
Seyda’yı onun en hit parçası olan “xerîbim” ile bilir Kürtçe müziğe ilgi duyanlar. Ama bilinmeli ki bununla yetinenler yanılırlar.
Çünkü Seyda, o kadar çok sanatçıya şarkı sözü vermiştir ki! Koma Azad, Koma Dengê Azadî, Koma Dîjle, Şiyar, Siyabend, Zinar Sozdar, Şîlan, Serdar Metîn, Sebaheddîn Xoce, Şoreş, Selînay, Oruç, Azad Bîlen, Yekbûn, Murat Küçükavcı, Alişan, Îbrahîm Nûhat, Ferhat Kanat, Engin Derya, Evin Beyaz, Ercan Kan, Ferman Toprak, Rojîn ve daha niceleri.
Paraya zerre önem vermeyen ve sanki bu işleri gönüllülük temelinde yapan, ruhunun bir yerinde “Kürtçe müzik için para mı alınırmış!” demeye getirip adeta ders vermeye yeltenen bir duruşu vardı.
Vefatının ikinci günü hayli üzgün olduğu ses tonundan anlaşılan sanatçı Rojîn beni aradığında Seyda’nın kullandığı bir parçası ile ilgili bir miktar parayı nasıl binbir zorlukla kendisini ikna ederek ancak verebildiğini anlatmıştı.
Taziyede yanyana oturup sohbet ettiğim İsveç’ten gelen kardeşi Mahmud Lewendî; “iki konu onun vazgeçilmeziydi: Biri Kürt Dili kültürü folklörü, diğeri de Diyarbekir” demişti.
Kürdün tragedyası Seyda için adeta çıkış noktasıydı. Onu, siyahın dışında hiç başka kıyafetle görmedim desem yeridir. Ayakkabısından tutun başından eksik etmediği kumıgına (külah) kadar bütün kıyafeti siyahtı. “Neden” diye soranlara “halkım, Kürt halkı hep acı çekiyor, zulüm görüyor. Benimkisi bireysel bir protesto! Onun için yas rengi, siyah” diyordu.
Bu sebeple sanki yine acının sürgünlüğün bestesi, sözleri olan xerîbim parçasını İsveç’e sürgüne giden kardeşi Mahmut Lewendî için yazdığını bizzat taziyede kardeşi anlatmıştı bana...
Ji te dûr im li van Çolan
Dinya li min bûye zîndan
Xerîbim ez xerîb im
Bimrim ez te nebînim yar yar yar yar
Xerîbim ez evdalim
Xerîbim ez bêhalim
Ji kezebê dinalim yar
Dayê bê te ez sêwî me
Wek teyrê baskşikestî me
Xerîbim ez xerîbim
Xerîbim ez xerîbim
Bimrim ez te nebînim yar yar yar yar
Xerîbim ez evdalim
Xerîbim ez bêhalim
Ji kezebê dinalim yar
Gava tu têyî bîra min
Xerîbî diçe zora min
Xerîbim ez xerîbim
Xerîbim ez xerîbim
Bimrim ez te nebînim yar yar yar yar
Xerîbim ez bêhalim xerîbim ez evdalim
Ji kezebê dinalim yar.*
Ömrü boyunca “bir hırka bir lokma” misali Diyarbekirli ve nevi şahsına münhasır bir derviş gibi yaşadı.
İlk gençlik yıllarında iyi bir atlet olan ve şehir stadında bir uçtan bir uca perende atarak sportmenliğin hasının da tadına varmış olan Seyda son deminde çoklu organ yetmezliğinden gitti öte yakaya...
Hastane sürecinde konuştuğum doktoru; “bundan böyle konforlu bir hayatı olamayacak. Zaten öncesinde de olmamış. Sanki kendi bedenine eziyet etmiş gibi. Kontrollü bir yaşamla götürebileceği yere kadar gider...” demişti.
Öyle de oldu nitekim...
Giderken Kürt müziğine, folklorüne, bir de Diyarbekir’in ötekileri olan; qırıxlara, kabadayılara dair on dolayında kitap ile yüzlerce beste ve şarkı sözü bıraktı ardından.
Sekiz ay önce hastane odasında “Ben gidiyem, Şeyhmus...” demişti! Ve gitti. Ruhu şad, toprağı bol olsun nüfustaki adıyla Mustafa Pakdemir; ya da şehirde bilinen adıyla Mustafa Gazî - Seyda’nın...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.
bianet’te staj yapmayı ben de beklemiyordum. Staj başvuru formunu “Moleküler Biyoloji ve Genetik mezununu almazlar zaten,” diye düşünerek doldurdum. Sonra o malum e-mail geldi. Nasıl bir heyecanla başladıysam zaman da çok çabuk geçti burada. Güzel zaman çabuk geçermiş.
Stajdan önce, günümüzde çok ihtiyaç duyulan hak odaklı haberciliği icra etmeye, sahip olduğum okuma ve yazma becerilerini bir alana yönlendirmeyi düşünüyordum. Okur-yazarlığımı faydalı bir şeye dönüştürmek istiyordum. Staja geldiğim ilk gün dedim ki “Ben ekoloji, kadın ve LGBTI+ haberleri yapacağım. Marjinalleşmiş gözüken bu alanları gazetecilik sektöründe daha çok parlatacağım”. En azından hedefim buydu. Dikmece’deki ekolojik yıkıma dair haberimden tutun Macaristan’daki Onur Yürüyüşü'nün yasaklanmasına kadar içime sinen birçok haber yazdım. Atölye BİA’da Boğaziçi öğrencileriyle birlikte Evrim’den ve Orhan hocadan Toplumsal Cinsiyet Atölyesi aldım. Ben de öğrencilerle birlikte toplumsal cinsiyet, çocuk ve hak odaklı habercilik nasıl yapılır, onu öğrendim.
Zorluklar
En zorlandığım kısmı söyleyebilirim bu süreçte, bazen haber yaparken daha soğukkanlı olmak gerekiyor. Ben bunu yapabildiğimi düşünüyordum fakat geçen gün Macaristan’daki Onur Komitesi'yle konuştuktan sonra habere yazmak için Stonewall İsyanı’na bakmam gerekti. Yaşananlardan ötürü birden gözümden yaşlar boşalmaya başladı. Lubunya tarihi okuyunca bendir…
Ruken’in beni hem bir gazeteci hem de bir feminist olarak desteklemesi, motive etmesi çok değerliydi. Evrim’in birden içinden gelen şarkı söyleme isteği ve attığı feminist sloganlar, Vecih’in ve Murat’ın benimle ilgilenmesi, Hikmet’in sessizliği ve komik cevapları, Ali’nin hem alaycı hem ciddi mizacı, Korcan’ın yerinde duramaması, Leyla’nın sohbetleri (dedikoduları)… bianet’teki bu samimi detaylar yapbozun parçaları, bu parçaları birleştirdiğinde aslında ortaya bir aile tablosu çıkıyor. Aradaki bağ yapay ve hiyerarşik değil, oldukça organik. Herkes güleryüzlü! Ben de bu ailenin bir parçası oldum.
Asıl yanımda oturan üç kişiyi sona bıraktım. Aile tablosundaki eğlenceli iki kardeş: Tuğçe ve Aren, özellikle ikisi birlikte olduğunda onlarla eğlenmemek mümkün değil. Tuğçe’nin sivridili ve gülme efektleriyle, bira arkadaşım Aren’in mizahi yönü birleşince antidepresan etkisi yaratıyor. Bir de benimle birlikte başlayan canım stajyer arkadaşım Gülsüm, her defasında “Çok konuştum. Kafanı şişirdim,” deyip durmasa… Konuş be konuş! Gülsüm’ün fotoğraf makinesinde bir sürü anı da bıraktık. En güzel stajyerlik dönemim olarak kalacağına eminim. İyi ki stajımı bu samimi aile tablosunda yapma şansı buldum. Mişko, Mêşo ve Küba’yı özleyeceğim. (DT/TY)
Doğa Tekneci'nin bianet'te yayımlanan haber ve yazılarını görmek için tıklayın.
"Okullardaki gibi onlara kızan, bağıran birileri yok ve de burada ilk kez ailelerinden ayrı kalıyorlar, hayatı görüyorlar, bulaşık yıkıyorlar, bunlar da onlar için heyecanlı bir deneyim oluyor ve anısı kalıyor."
Erken saatte başlayan bir okulun mesaili çalışan bir müzik hocası olarak, bayram tatili çok kıymetli oluyor. Ne yapsam, nerede dinlenirim diye düşünürken yıllardır merak ettiğim Nesin Köyü geliyor aklıma, bu tarihte kamp olacağını bile düşünmemişim, sadece kalıp ortamı solumak isterken, şansıma derslere denk geliyorum. Doğasıyla, manzarasıyla, kütüphanesiyle insanı öğrenmeye teşvik eden bir yer burası. Bildiğimiz okullara benzemiyor. Çok etkileniyorum ve Ali Nesin’le okul hakkında bir söyleşi gerçekleştiriyorum. Bizi kırmıyor, okulunu anlatıyor. Keyifli okumalar!
Matematik ve Oyun kampının ismi çok oldukça ilgi çekici, üstelik davetkar. Matematik bir oyun mu? İsme nasıl karar verdiniz?
Matematikte yirminci yüzyılın başlarında bulunmuş oyunlar kuramı vardır. John von Neumann da bu konuyu kitaba ilk taşıyan matematikçidir. Hatta Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) filminden bildiğimiz John Forbes Nash da bu kuramın katkısı sayesinde ekonomi ödülünü alır.
Çocukların tatil günü bir kursa veya kampa katılmasını teşvik edip, matematikten korkmasını engelleyecek bir başlık aynı zamanda…
Matematiği bir anlamda oyun olarak görebiliriz. Doğaya karşı tek başına oynanan bir oyun. Matematik doğayı, doğanın yasalarını, evrende hangi kuralların işlediğini anlamamıza yardımcıdır sonuç olarak. Bir mücadele veriyor, dünyada kimsenin bilmediği sorular üstüne çalışıyorsun. Bilinmeyeni bulmaya uğraşıyorsun. Bu bir oyun değil de ne?
Peki içeriği nasıldı bu kampın?
Biz bu kampta birçok oyun oynadık. Bu oyunlar tüm bilginin satranç gibi ortada oynadığı oyunlar. Son derste oynattığım hapishane oyunu en zoruydu. Malesef Covid sebebiyle kaybettiğimiz Conway’in yüzlerce oyunundan biridir. Çözemeyeceklerini de biliyordum ama çocuklar çok meraklıydı ve zekice sonuca ulaşmaya yaklaştılar. Şaşırtıcı bir sonucu vardır bu sorunun.
Genelde kimler geliyor derslerinize?
Bazen anneler babalar “Çocuğumu yollayacağım kampa.” diyorlar, ben de Aras Kargo ile alıyoruz diye espri yapıyorum. Çünkü ailesinin dayatması ile gelmesini tercih etmiyorum çocukların. Kendi istekleriyle gelsinler istiyorum. Kimisi yapamıyor, eksikliğini gidermek istiyor, kendi isteyerek geliyor. Böyle akıllı çocuklar da var. Anlamadığı şeyi aşağılamıyorlar, kedi uzanamadığı ciğere pis der misali…
Okullarda matematik dersi çok önemli değil mi? Nasıl buluyorsunuz eğitimi?
Biz dünyaya matematik sayesinde anlıyoruz, elimizde başka bir veri yok. Ama sanki matematik bu kadar önemli değilmişçesine müfredatta çok fazla detaya kaçılıyor. Ayrıca nelerin öğrenilmesi gerektiğinin dışında nelerin öğrenilmeyeceğine de karar veriyorlar ve bu haksızlık. Daha iyi öğrenen ve ilerlemeye açık çocukların daha çok öğrenmesini nasıl engelleyebilirsiniz ki? Bu yüzden müfredatın mutlak doğru olarak görünmesine karşıyım ve konuların öğrenciye göre düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Öğretmenler de çocukların matematiği sevmemesine sebep oluyor sanki…
Maalesef evet. Kusura bakmasınlar ama öğretmenler de yeterli değil çoğu okulda, çünkü sınavla gelmiyorlar. Onlar yetersiz olunca da öğrenciler matematikten daha kolay soğuyor…
Peki Matematik Köyü’nden çıkan öğrencilerin geri dönüşleri nasıl?
Bilinen bir gazeteci geçenlerde bize yazmış, yeğenleri gelmiş bizim kampa ve hala anlata anlata bitiremiyorlarmış. Öğrencilerin hepsinin öğrenme seviyesi farklı ve biz onlara burada alan da tanıdığımız için hepsi kendi öğrenme hızında zevk alarak matematiği deneyimleyebiliyor. Okullardaki gibi onlara kızan, bağıran birileri yok ve de burada ilk kez ailelerinden ayrı kalıyorlar, hayatı görüyorlar, bulaşık yıkıyorlar, bunlar da onlar için heyecanlı bir deneyim oluyor ve anısı kalıyor.
Daha çok bilgi ve kaynağa ulaşması için öğrencilere ne önerirsiniz?
Ben öğrencilere hep, kendini annenle, babanla, mahallenle kısıtlı tutarsan ilerleyemezsin diyorum. Evrensel bir eğitim almalı ve kendini Oxford’daki, Cambrigde’teki, Harvard'daki yaşıtlarınla yarışmalısın diyorum. Dünya çapında olmak için müfredat dışına çıkmak şart özetle. Bizim zamanımızda imkanımız yoktu, sadece sahaflardan kitap toplardık ama şimdi imkan çok, internet var ve yabancı dil daha yaygın. Araştırsınlar ve neyin kendilerine göre olduğunu anlayacaklar. Okumalarını ve düşünmelerini tavsiye ediyorum kısacası.
Düşünmek çağımızda önemini kaybediyor ama sanki…
Ben de birkaç gündür bunun üstüne düşünüyorum. Şunu gözlemliyorum, gençlerin çoğu anlamaktan ve düşünmekten vazgeçmiş durumda. Peki neden? Çünkü bir şeyi anlamak için karşıda anlaşılacak bir şeyin bulunması gerekiyor. Mesela benim küçüklüğümde annem ve babam bana bir bisiklet almıştı. Bisikletin freni bozulmuştu ve ben vidayı sıktım. Meğer gevşetmek gerekiyormuş. (Gülüyor.) Ama bu şekilde çözdüm, anladım. Çünkü bir çok şey mekanikti ve anlaşılırdı. Şimdi ise çoğu şeyi anlamak çok zor, yeniliklerin hızına yetişilemiyor ve çocuklar bu dünyanın anlaşılmaz olduğuna karar verdikçe düşünmekten de vazgeçiyorlar. Anlayamam bunu diyerek sadece bana hangi tuşa basıcam ya da ne yazıcam onu söyle noktasına geliyorlar, anlamamayı kabul etmek de eğitim hayatına sirayet ediyor, çocuklar ezberliyorlar, ne yapmam gerekir diyerek icraat istiyor. Bu da çağımızın çocuklarının büyük handikapı.Bu ya pandeminin etkisi ya da modern çağın temel problemi. Mekanik olmayan anlamadığımız şey sayısı arttıkça meraktan da uzaklaşılıyor.
Peki daha iyi anlamak için önerdiğiniz başucu matematik kitapları var mı?
Türkiye’de çok fazla çeviri kitap yok. Kendi kitaplarımı önerebilirim. Onları kendi çocuk halimi düşünerek yazdım. Çünkü okur kitlesini, daha doğrusu seviyesini neye göre belirleyeceğinizi bilemediğinizde en doğru eylem kendinizden yola çıkmak oluyor. Bir de TÜBİTAK Yayınları’nı önerebilirim naçizane.
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Köyümüzü ziyaret etmek isteyenler, nesinkoyleri.org sayfasından yıl içindeki etkinliklerimizin tarih ve detaylarına ulaşabilirler.
1987'de Ankara’da doğdu. 2008’de yine aynı şehirde Bilkent Ünüversitesi Müzik ve Sahne Sanatları’ndan mezun oldu. Mezuniyetin ardından İsviçre’ye taşınıp Hochschule der Künste Bern’de master yaptı...
1987'de Ankara’da doğdu. 2008’de yine aynı şehirde Bilkent Ünüversitesi Müzik ve Sahne Sanatları’ndan mezun oldu. Mezuniyetin ardından İsviçre’ye taşınıp Hochschule der Künste Bern’de master yaptı ve üç yıl orada çalıştı. İstanbul’a döndükten sonra doktorasını da tamamlayarak, birçok yerde ders vermeye başladı. Yazmaya olan tutkusunu keşfetti ve yedi kitap yayınladı. Hâlâ tiyatro yazarlığı eğitimine devam ediyor ve bağımsız yayınlarda kültür sanat haberleri yapıyor.