*Fotoğraf: Can Candan
İktidarın kendi otoritesini tesis edebilmesinin temel koşulu ifade özgürlüğünün imkânlarını ortadan kaldırmaktır. İktidarlar otoriterleştikçe buna koşut olarak ifade özgürlüğüne daha şiddetli savaş açıyorlar. Bunu doğrudan baskı yoluyla veya bu özgürlüğün kurumsal dayanaklarını zayıflatarak başarıyorlar.
Özerk olmalı çünkü
Baskıdan ziyade rızaya dayalı olağan demokratik rejimlerde iktidarın, kendi iyiliği ve istikrarı için bu özgürlük alanına ihtiyaç duyması ve onu güvence altına alması beklenir. Üniversite özerkliği de aslında böyle bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Üniversiteler iktidara muhalif oldukları için değil, daha ziyade sistemin ihtiyaçlarına daha iyi cevap verebilmek için özerk olmalıdırlar.
Türkiye geçmişte demokratikleşme sancıları çekerken "üniversite sorununun" iktidar, yüksek öğretim gençliği ve akademisyenleri nasıl karşı karşıya getirdiğini biliyoruz. Bu sancıları maalesef kendi yükseköğretim ekolümüzü ve özerk demokratik üniversite geleneğimizi inşa ederek atlatamadık.
Genç nesillerin yeri
Bir bütün olarak ele aldığımızda YÖK sonrasında Türkiye üniversitelerinin yeryüzündeki en tek tip, en kısır üniversiteler olduğu iddia edilebilir. Diğer taraftan üniversitelerin mutlaka dikkate alınması gereken çok ilginç bir özelliği vardır: Gelecek arayışı yüksek, zeki ve enerjik genç nesillere ev sahipliği yaparlar. Bu nedenledir ki üniversitenin tüm çeşitliliğini ve özgürlüğünü yitirdiğini düşündüğünüz bir anda dahi değişimin eli kulağındadır.
Akademisyen ihraçları
Bu gerçek otoriterleşen iktidarı çok rahatsız ediyor. Maalesef bugün demokratikleşme sancıları çekmiyoruz. Derinleşen otoriterleşmenin beraberinde getirdiği ekonomik, kültürel, siyasal tercihler yüksek öğretim gençliğini ve akademisyenleri kapsayabilecek esneklikten yoksun. Yaşadığımız şey olağan bir iktidar-üniversite gerginliği değil. Bundan henüz dört yıl önce binlerce akademisyen görevlerinden ihraç edildiler. Yüksek iktidar sahipleri tarafından ağza alınmayacak hakaretlere uğradılar. Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle üniversiteler kapatıldı, bölündü, parçalandı. Yeni rejim hiçbir kurumsal özerkliğe izin vermeyeceğini, bunun sağlayacağı özgürlüklerin kendi birliği ve bütünlüğü için tehdit oluşturduğunu ilan etti.
Geniş kesimleri içine aldı
Tüm bu koşullar altında Boğaziçi’ne yapılan rektör atamasının da akademisyenlerin sınırlı itirazı ve küçük öğrenci gruplarının muhalefetiyle sönümlenmesi beklenebilirdi. Fakat Boğaziçi başına gelenlerin farkına varıp kendi kurumsal geleneğinden aldığı güçle itirazını kamuoyuna duyururken, ister istemez kendi tasarlamadığı bir role de soyunmuş oldu.
Buğra ve Ergüder
Şimdi iktidarın sadece yüksek öğretim politikalarından değil, baskıcı, liyakat yoksunu, yozlaşmış ve hatta militarist politikalarından rahatsız olan geniş bir kesim Boğaziçi’ni takip etmeye başladı. Bunun üzerine önce iktidar medyası, daha sonra bizzat iktidar sahipleri, Boğaziçi öğrencileri ve akademisyenlerini asılsız ithamlarla hedef almaya başladılar.
Bu saldırılar içerisinde son bir haftadır Prof. Dr. Ayşe Buğra ve Prof. Dr. Üstün Ergüder’e yapılanlar tüm demokratik çevrelerde büyük tepki görüyor. Çünkü bu kişiler öğretmen, araştırmacı ve idareci kimlikleriyle sadece Boğaziçi Üniversitesi’ne değil, Türkiye’nin yükseköğretim, bilim ve araştırma kültürüne çok büyük hizmetleri olan insanlar. Bu hocalarımızın hedef alınmasını bir şaşkınlığın ifadesi olarak yorumluyor ve Prof. Buğra’nın sözleriyle “ülkem adına üzülüyorum”.
(NÖ)