Sonbahar, diğer aylardan çok Eylül ile anılır ya hani. Hazır yapraklar hüzne dökülmeye başlamışken, sabah evden çıkınca yüzümüze vuran serinlik, yanımıza hırka almamız gerektiğini hatırlatmaya başlamışken, Eylül’ün onuna Tezer Özlü’nün doğum günü iliklenmişken onu anmadan olmazdı.
O halde hayatla ölüm arasında, Tezer Özlü’ye sevgiyle.
Doğum günlerimden birisi. Annemin elindeki paket, mütevazı kitaplığıma yeni kitapların ekleneceğinin müjdesini veriyor. Paketi açtığımda aynı yazarın farklı kitaplarıyla karşılaşıyorum. Kitapların ya da yazarının ismine değil de kapaklardaki fotoğrafa takılıyor gözüm. Gözlerinde çocuksu bir bakış, dudaklarında ödünç olduğu belli bir gülümseme var kadının. Nice sonra gözlerimi fotoğraftan alıp da yazarın adını okuyorum: Tezer Özlü.
Okumaya başlıyorum. Okudukça sarsılıyor, cümlelerin altını tekrar tekrar çiziyor, hayatın ne menem bir şey olduğunu yaşamadan önce, cümlelerden anlamaya başlıyorum sanki. Ve o hayattan çaldığı gülümsemelerle bakan kadın, zaman içerisinde cümleleriyle, cümlelerine sığdırdığı yaşam izleriyle mihmandarım oluyor.
Gitmekle çıldırma arasında bir yerlerde
Gitmektir çoğu zaman Tezer Özlü’nün derdi de arzusu da. Daha küçük bir çocukken ablası Sezer ile yaşadıkları kentin sonuna kadar yürürler. Dünyanın ne kadar büyük olduğunu öğrenmektir dertleri. Dünyanın fazla büyük olduğuna karar verir Özlü, kavrayamayacağı kadar büyük olduğunu düşünür. Bildiği, deneyimlediği karmaşıklık ve büyüklüktür. Henüz bilmediği ise tüm bunların yeri geldiğinde hiçliğin alacağıdır.
Ablasının elinden tutup da çıktığı ilk yolculuktan sonra daha çok yolculuğa çıkacaktır Tezer Özlü. Uzaklara, yakınlara, anlama, hiçliğe, kadına, erkeğe, insana… Gitmeler, kaçmalara dönüşür kimi zaman. Ve en büyük mutlulukları da kaçışlara döner yüzünü. Bir yerden sonra, en çok da gitmek olacaktır hayat. Gider hep. Ve gitmelerini anlatır:
“Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı, gitmek olarak algılıyorum.”
“Seni senden çalan toplumdur”
Düzenden ve güvenden korkar. Korktukça kaçar Özlü. Hayatı ve ölümü arar. Ya da o ikisi arasında bir şeyleri. Yirmi ile otuz yaşları arasında kavramaya çalışırken hayatı, aklın bittiği yerlerde çıldırmaya sarılır, çıldırmayı yüceltir. Otuz ile kırk yaşları arasında ise olup bitene seyirci olur, seyirleri sonucunda dünyayı kavradığını sanır. Kendisinin annesine olduğu gibi kendine yabancı bir de çocuk verir dünyaya.
Toplumu düşünür; politikayı, dayatılan düzenleri, sömürenleri, sömürülenleri. Ne sömüren olur ne sömürülen. Farkındadır da her şeyin. Kabullenmez ama ret de etmez. Kendine biçilen rolleri yerine getirirken de seslenir:
“Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle, okullarınızla, işyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım.”
“Dünyama egemen olabilmeyi edebiyatla öğrendim”
Kafka’nın mezarı başında konuştukça konuşur Tezer Özlü. Anlatır, dinler, söyler, söyletir, sorar, sorgular. Pavese’nin intihar ettiği 305 numaralı otel odasında, Pavese’nin, yaşamın, ölümün izlerini sürer. Pavese’nin “Ve yaşam yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?” deyişini hatırlar odanın bir köşesinde.
Edebiyatı da gitmeye dönüktür. Kimi zaman yaşamın ucuna, kimi zaman çocukluğun soğuk gecelerinedir yolculukları. Arayıp bulmak için değil de kaçmak içindir tüm bu yolculuklar. Cesurdur, acıdır, gerçektir, sarsıcıdır yazdıkları. Yaşamak için yazmaya, yazmak için yaşamaya tutunur çoğu zaman. Düzenden ve güvenden yazıda da kaçar yaşamında olduğu gibi. “Lirik prenses” olarak tanımlanmasını yalanlar en başta yazdıkları.
Neden yazıyorsun, sorusunu da cevaplar yine kendince:
“Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bu, bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazılır ya da kendi kendine kanıtlamak için. Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olabilmeyi edebiyatla öğrendim.”
“İnsan ölümü kendi kendine ölüyor”
Leyla Erbil’in mektup arkadaşı, Hayalet Oğuz’un yoldaşı, lodostan başı tutmayan insanları sevmeyen, yaşamla ölümü birbirine ilikleyen, en sevdiği film Nostalgia, en sevmediği şey faşizm olan Tezer Özlü, mektuplarının birisinde “Yüz doksan yıl yaşadım, görmedik ne kaldı?” yazdıktan bir süre sonra, kırk üç yaşında veda eder hayata.
“Hiç kimseyle birlikte yaşlanmak istemiyorum. Kendimle bile” diyen Özlü, Aşiyan’da yatıyor şimdi. Üzerinde kocaman bir ağaç. Ve Tezer Özlü oralarda bir yerlerde yüzüne yerleştirdiği titrek gülümseme, sigarasını tutan titrek elleriyle Kafka’yla laflıyor, Kafka’nın omzunun üzerinden Pavese’ye göz kırpıyor. Ve Pavese, Tezer Özlü’nün de yardımıyla bir kez daha haklı çıkıyor, sahiden de hayat yalnız yapraklar, gökyüzü, rüzgâr ve yalnız hiçmiş. (İD/AS)