Hani bazı şeyler vardır, uzaklaştığınız zaman kalbiniz acır. Çocukluğunuzda oynadığınız bir misket de olabilir bu, ilk aşkınızdan size kalan bir hatıra da… Ya da bir şehirdir. Uzaklaştıkça kendinizden bir parçayı orada bıraktığınızı duyumsarsınız.
Yakınlaştıkça kalbiniz çarpar, heyecanınız yükselir. O şehirde büyümemiş olsanız bile, sanki çocukluğunuz o şehirde geçmiş gibi hüzünlenirsiniz. Sokaklarda gezerken çocukluğunuzu hatırlar, o şehre ait olmayan anılarınızı sokakların bir köşesine iliştiriverirsiniz. Tüm şehri kucaklamak istersiniz. O şehir artık sizin olmuştur. Dahası, o şehir siz olmuşsunuzdur, siz de o şehir. İşte Mardin böyle bir kent. Benim için.
Mardin'in görebildiğiniz sınırları sizi özgürleştirir
Bir şehirde gezerken beni en rahatsız eden nokta o şehrin sınırlarını görememektir. Sanki tüm dünya o şehirmiş gibi, son derece rahatsız edici bir his yaratır bende. Örnek, İstanbul. Ters örnek Mardin. Caddelerde gezerken sıra sıra dizilmiş binaların arasından bir anda karşınıza şehrin sınırları çıkıverir. Bir noktada biter şehir. Ondan ötesi doğadır artık. Özgürlüktür. Umudunuzu kaybettiğinizde sığınabileceğiniz bir limandır. Yalnızlığınızı paylaşmak istemediğinizde size kucak açacak bir anadır.
İlk kez 1995'te gittim Mardin’e. Kafamda soru işaretleriyle, 20’li yaşların hırçın gencini yorarak yatıştırmaya çalışıyordum. Hakkında hiçbir şey bilmiyordum gittiğimde. Zaten bildikleriniz midir ki sizi o şehre aşık eden, yoksa yaşadıklarınız ve size yaşattıkları mı? “Guernica”ya bakarken tekniği midir bakışlarınızı sabitleyen, yoksa hissettirdikleri mi? Yaşamaktır asıl ve kalıcı olan.
Mardin, kesinlik, güzellik...
Hayat nasıl da acımasızca davranıyor küçüklere. İlkokuldaki Hayat Bilgisi derslerinden bildiğim bir şehirdi Mardin. Mezopotamya Ovası’nın kuzey sınırını çizen tarihi bir kent olarak. Mardin’e girdiğimde sadece bu vardı kafamda. Ama sonra her şey değişti. Hem de birdenbire. Mezopotamya Ovası’nı gördüğümde. Şok edici bir şekilde çıktı karşıma. Müthiş bir kesinlik ve güzellikle. Sonsuza kadar uzanan ova, tüm soyut imgeleri somutlaştırdı bir anda. Sonsuza kadar uzanan bir derinlikle girdi hayatıma.
Denize benziyor Mezopotamya Ovası. Ama bu bir deniz değil, ova. Dikdörtgen şekillerle parsellenmiş, rengarenk tarlalar ufka kadar uzanıyor. Bir rengahenk ortaya çıkarıyor. Engin denizlerin sahip olduğu ufuk çizgisine sahip. Özellikle açık havalarda, keskin bir çizgi ayırıyor toprakla gökyüzünü. Ve bu keskinlik, medeniyetin doğduğu yerleri de içine alarak Basra Körfezi’ne kadar uzanıyor iki nehrin ortasında. Ufka bakmanın insanı uçuracak denli rahatlattığı duyguyu en iyi şekilde veriyor Mardin Kalesi’nden Mezopotamya Ovası’na bakış.
Diller dillere karışıyor
Mardin sadece bir ovadan veya coğrafyadan ibaret değil elbette. Demografik yapısı bu kenti bölgedeki diğer şehirlerden ayıran en önemli ayrıntı. Birçok din ve ırka mensup insanın yüzyıllardır bir arada yaşıyor olması, kentin her köşesinde hissettiriyor kendisini. Mardin’de yaşam, sarmal tavırlarla sürüyor. Diller dillere, dinler dinlere karışıyor. Labirenti andıran sokaklarda kaybolmayı ve kendini yeniden keşfetmeyi kolaylaştırıyor bu durum.
Mardin'i yaşayın...
Geçtiğimiz hafta, yani ekim ayının ortasında dördüncü kez gittim Mardin’e. Değişen bir şey yok. Aynı güzellik, aynı huzur, aynı sonsuzluk duygusu. Ama her seferinde yeniden yaşamak isteyeceğiniz bir güzellik, huzur ve sonsuzluk. Çünkü her anında farklı duygular yaşayabileceğiniz bir kent Mardin. Binlerce kere gelseniz de hep aynı hoşgörüye sahip. Çünkü Mardin’i tanımak için üç-beş gün değil, haftalar, aylar yetmez. Mardin’de her yapı, her sokak, her cadde ayrı bir dünya. Ve bu farklı dünyaların sırrını çözmek için Mardin’i ciğerlerinizin her köşesine çekmeniz gerekir.
Mardin’e gidin. Mardin’i yaşayın. Çünkü aşkı, ölümü, sevgiyi ya da yas tutmayı anlatırken kifayetsiz kalan sözler Mardin için de yetersiz kalıyor. (ÖS/NZ)