Dünyada, İsrail devletinin Filistinlilere her geçen gün yoğunlaştırdığı siyasete karşı tepkiler epeyce artmış durumda. İsrailli muhalifler ellerinden geldiğince duruma karşı tavır almaya çalışırken, uluslararası alanda da, daha önce ifade edilemeyen eleştiriler dünya gündeminde yer bulabiliyor.
Fakat bazı ülkelerde Nazilerce gerçekleştirilen Yahudi soykırımını sorgulama şeklinde yorumlanabilen İsrail'e yönelik tenkitler, konunun özellikle Batı dünyasında dokunulmaz bir tabu halinde tıkanıp tartışılmasını bile imkânsız kılabiliyor.
Oysa Türkiye dahil olmak üzere gezegenin çeşitli coğrafyalarında, yerleşik Yahudilere yönelebilen nefret, İsrail devletiyle hiç alakası olmayan kişilerin bile mağdur olmasına sebebiyet veriyor. Irkçı antisemit geleneğin çeşitli vesilelerle dışa vurulabildiği bu dinamiklerin, iktidar tarafından provoke edilip halkın linç dürtülerini ayaklandırabildiği de görülmüş durumda.
Tabii İsrail'le iktisadi ilişkilerin genelde siyasetin görünen yüzünden bağımsız olarak aynen devam ettirildiği bilinen bir gerçek. Politikacıların çıkar ilişkileri sonucunda aniden değişebilen tavırları ise zaten var olan şizofrenik durumun daha da keskinleşmesine, kin ve nefretle dolan halkın zıt duygular içinde kaybolmasına sebep oluşturuyor.
Hitler Almanyasının işgalinden önce Avrupa'daki en yoğun ve faal Yahudi yerleşimlerinden Amsterdam'da, uluslararası belgesel festivali IDFA 2015'te Yahudilik ve Yahudi kültürü üzerinde yoğunlaşan çeşitli eserler vardı.
Kakofoni halindeki iddialı, agresif ve aceleci haber dilinden uzak, belgesel estetiğinin ön plana çıktığı mevzubahis yapımlar konuya aklıselim bir yaklaşım için birebir.
Mesela dindar olmayan Hollandalı sinemacı Frans Bromet ailesinin hikayesinden yola çıkarak kendi Yahudiliğini ve İsrail devletini sorgularken mümkün olduğunca objektif duruşunu korumaya çalışıyor. Daha önce İsrail'e göç etmiş akrabalarının savaş halindeki bir memleketi, Amsterdam'ın sakin banliyösüne neden tercih ettiklerini anlamakta zorlanıyor.
Boris Missirkov ve Georgi Bogdanov, II Bayezid döneminde İspanya'dan Osmanlı İmparatorluğuna o zamanlar dahil olan Bulgaristan topraklarına yerleşmiş Yahudilerin yüzyıllarca yaşattıkları kültürlerine saygı duruşunda bulunuyor.
Çeşitli ikramların bulunduğu yuvarlak bir masanın etrafında dokuz kadın gelecek nesillere aktarılamayacak gibi görünen küçük hazinelerini cömertçe paylaşıyor.
Belçika'dan Guy-Marc Hinant ise Stalin döneminde kurulmuş, Moskova'nın 8 bin kilpmetre doğusundaki Yahudi Özerk Oblastına gayet melankolik bir bakış atıyor. Ayrımcılığa maruz kalmadan yaşama hayalinin baskıcı Sovyet sistemi yüzünden nasıl bir kâbusa dönüştüğüne şahit oluyoruz.
İsrail'i sorgulamak
IDFA'nın ustalar bölümünde yer alan Frans Brometimzalı Welcome Home (Yuvaya Hoşgeldiniz) adlı belgesel, babası Yahudi olan yönetmenin Hollanda'dan İsrail'e yaptığı ziyarete odaklanıyor. Kendini Yahudiliğe çok yakın hissetmese de Bromet aile içindeki eski bir anlaşmazlığın sırrını çözmek üzere yola çıkmışken İsrail'deki akraba ve tanıdıklarının hem din, hem de siyaset konusunda düşüncelerini almaktan da geri durmuyor.
Aslında İsrail'de bulunmasının esas sebebi Amsterdam'da Nazilere karşı gizli mücadelede yer alan babasının elinden alınan dükkanın Auschwitz'ten canlı kurtulabilen küskün halasının eline nasıl koşulsuzca geçtiğidir.
Fakat nüktedan ruhunu incelikle dışa vuran tecrübeli sinemacı, görüştüğü kişilerden belgeseline renk katan sonucu alma konusundaki ustalığını zarafetle konuştururken, İsrail devletinin kuruluş yıllarındaki ideallerinden ne kadar uzaklaştığını bir kez daha gözler önüne seriyor.
Gerginlik, baskı ve şiddetin hakim olduğu ülkede devletin son yıllardaki politikasını tasvip etmediği zaten bilinen yönetmenin, Ortadoğu sorununun çözümü konusundaki kuşkuları da ortaya çıkıyor.
İsrail devletinin kabul edilemeyecek seviyelerdeki icraatı tüm gezegende Yahudilere mal edilip antisemitizm tırmandırılırken Bromet'inki gibi analitik ve serinkanlı bakış açılarına ihtiyacın arttığı kesin.
Ana dili muhafaza etmek
Müslüman ve Yahudilerin Hıristiyanlaştırılmasını hedefleyen İspanyol engizisyonunun zulmünden kaçarak Osmanlı'ya sığınanlardan Bulgaristan'daki Sefarad Yahudileri epey azalmış olsa da, aralarında Ladinoyu şakır şakır konuşanlar hâlâ var. Komşu Yunanistan ve özellikle Selanik'in aksine Nazi soykırımından kıl payı kurtulan Bulgaristan Yahudilerinin büyük bir kısmı İsrail devleti kurulduktan sonra göç etmişse de, Boris Missirkov ve Georgi Bogdanov'un tiyatro koreografisi estetiğindeki belgeselinde dokuz yaşlı kadını kültürlerini muhafaza etmiş olmanın haklı gururu içinde görüyoruz. Aralarında Osmanlıca kelimelerin de dikkat çektiği, Bulgarcanın etkisiyle nispeten daha kaba telaffuz edilen bir Judeo-Espanyolla sürdürülen hararetli sohbetlerinde, hatıra ve geleneklerin canlı tutulmasının önemi daima ön planda.
Kimi terzi, kimi mikrobiyolojist, kimi opera sanatçısı, koketlikle rüküşlük arasındaki kıyafet ve makyajlarıyla çene yarıştıran teyzelerin bizimle paylaştıkları anıları birbirlerine defalarca anlattıkları hissediliyor olsa da, böylesine bir mizansenden zevk almamak ne mümkün!
Kız çocuğu olmanın erkek evlatlara göre küçümsendiği bir dönemde yetişip, emsallerinin son örneklerinden olsalar da tüm coğrafyada paylaşılan Ladino bir ezgi tutturduklarında zaten keyiflerine diyecek yok… The Ladino Ladies' Club (Ladino Kadınlar Kulübü) adlı 26 dakikalık belgesel yüzyıllarca korunduktan sonra yok olmaya yüz tutmuş bir kültürün son demlerini bir öğleden sonra çayı hafifliğinde bize yaşatıyor, adeta bir badem ezmesi kadar lezzetli!
Yahudi Özerk Oblastı
Türkiye'de Sefaradlara göre Karayimler kadar olmasa da, azınlıkta kalan Aşkenaz Yahudilerinin dili Yidiş ise Ladino'nun baskın etkisiyle çoktan unutulmuşa benziyor.
Oysa 1934 yılında kurulan Rusya'nın Yahudi Özerk Oblastında cemaat fazlasıyla küçülmüş olmasına rağmen, yeni nesillere gelenek, kültür ve dilin öğretilebilmesi için yoğun bir çaba sarf ediliyor.
Neredeyse Pasifik Okyanusunun kıyısında, Çin'in sınırında Stalin rejiminin gölgesinde oluşturulmuş ve komünist devlet statüsündeki bölge uzun süre Doğu Avrupa coğrafyasından yoğun göç almıştı. Totaliter Sovyet lideri ve sistemin müdahaleleri gecikmedi, hürriyetler kısıtlandı, sansür ve baskı yoğunlaştı, muhalif sesler susturuldu. Yönetmenliği Guy-Marc Hinant tarafından gerçekleştirilen 125 dakikalık belgesel IDFA'da seyrettiğim, atmosfer ve duygu yoğunluğu açısından en etkileyici yapımlardandı.
Günümüz Rusya'sında tekrar oblast statüsüne geçirilen bölgenin başkenti Birobidzhan'daki yalnızlık, unutulmuşluk ve kırıklık hali insanın ruhuna işliyor. Baskıcı rejim tarafından yakılan gayet değerli el yazmaları dahil koca bir kütüphanenin anısı yürekleri sızlatmaya devam ederken pikaba yerleştirilen eski plaklar bizi Yidiş dilinde söylenen şarkılarla, izleri epeyce silinmiş bir geçmişe sürüklüyor.
Belçika yapımı Birobidzhan gelenekleri sekteye uğramış bir cemaatin, kültürünü azim ve dirayetle tekrar canlandırma teşebbüsünü samimiyetle paylaşıyor, mütevazı ve bilge bir tavırla, tüm azınlıkların gayet iyi bildiği şekilde...
İsrail'de fotoğraf çekebilmek
IDFA'da yer almamasına rağmen bu seçkiye yakıştığını düşündüğüm bir diğer yapıt tecrübeli Çek fotoğrafçı Josef Koudelka'nın İsrail macerasına incelikle eğiliyor. Koudelka Shooting Holy Land (Koudelka fotografuje Svatou zemi/Koudelka Kutsal Toprakları Fotoğraflarken) adlı çarpıcı eserde, yönetmen Gilad Baram fotoğrafçılık ruhunu yakalayan tarzıyla ustasına yakışır bir sonuç ortaya çıkarıyor. Jihlava Uluslarası Belgesel Festivalinde görücüye çıkan, kara mizahla da yüklü belgesel coğrafyayı bölen duvarlara ve dikenli tellere odaklanıyor.
Bir duvarla iki hapishane yaratıldığını Sovyetlerin Prag'ı işgal ettiği 1968 yılından itibaren özümseyen bilge Koudelka, Filistinlilerle Yahudilerin yerleşim alanlarını birbirinden ayıran duvarların yalnız sosyal bariyerler yaratmakla kalmayıp doğaya da geri döndürülemez zararlar verdiğini belgeliyor.
Kendisini kesinlikle dindar biri olarak tanımlamayan muzip ruhlu fotoğrafçı, tüm dinlerin ortak öğretisi olan hırsızlık yapmama emrini kendi hayatına memnuniyetle uyguladığını ama nedense bu emrin mevzubahis topraklarda pek ciddiye alınmadığını belirtiyor. Duruma müdahale etmesi beklenen İsrail güvenlik kuvvetlerinin varlığı pek hissedilmediğinden, yayılmacı dindar Yahudiler her geçen gün yeni yerleşim alanları inşa ediyorlar.
Magnum fotoğrafçılığı da yapmış olan ve genelde tek başına takılan Koudelka, olaylar ve insanlara belirli bir mesafede durmak istese de sık sık İsrail askerlerinin uyarılarına maruz kalıyor. Beş yıllık bir süre zarfında çekilen belgeselde genç yönetmen Baram, gerginliğin eksik olmadığı sahneler bir yana, kendiliğinden konuşan dinamikler sayesinde tarafsız bir bakış açısına sahip olmamızı sağlıyor. Binbir zahmetle gerçekleştirilen çekim sürecine tanık olduğumuz fotoğrafların siyah beyaz basılmış halinin perdeye uzun uzun yansıması seyirciyi kesinlikle tatmin ediyor.
Duvarların ve dikenli tellerin olmadığı, barışın hakimiyetinde bir İsrail ve Orta Doğu dileğiyle… (MT/ÇT)