Behçetçik hayatta olsaydı, bu ölüm haberi ne acı olacaktı onun için. Biz Behçet'e (Behçet Dinlerer) destek olmaya çalışacak, teselli edecek, İkbal Hanım'ın (Behçet'in annesinin ismi buydu) ne çilekeş, ne fedakâr bir kadın olduğunu söyleyecek, yasına canı gönülden katılacaktık.
Gel gör ki, böyle olmadı. Behçet annesinden otuz yıl önce, 26 yaşındayken öldü. Annesi onun ölümüne an be an tanıklık etti. Behçet hayattayken, boylu poslu, babayiğit dedikleri cinsten bir gençti.
Yüzüne baktığınızda, konuştuğunuzda içinizde güven uyandıran o eski "bizim arkadaşlardan" biriydi, aydınlık yüzlü, merhametli bir gençti, sessiz, cesur, övünmekten, yaptığını göstermekten hoşlanmayan, çocukluğundan beri hem çalışmış hem okumuş emekçi bir genç adamdı, iyi bir yoldaştı.
O zaman şartlar gereği zorlu bir hayat sürse de, sağlığı yerinde, yapısı güçlüydü. Ama Behçet iç kanamadan, böbrekleri çalışmaz, kolu kırık, iç organları harap olmuş vaziyette öldü, ciğerinden kopan bir kan pıhtısının soluğunu kesmesiyle boğularak öldü.
Hastanede yatarken, başında ve diğer odalarda silahlı timler bekliyordu. Dal'daki işkence timi, iyileşecek olursa yeniden işkenceye götürmek için nöbetteydi.
Oysa öldü diye hastaneye bırakmışlardı, doktorların Behçet'i tedavi etmesi bizzat başhekim tarafından yasaklanmıştı. Behçet yine de birazcık yaşadı, sevdiklerine bir-iki sözcük edecek zamanı oldu, oğlunu ne kadar çok sevdiğini anlattı.
Annesi, Behçet'in yaşamak arzusuyla, sevdiklerine duyduğu özlemle, inançla dopdoluyken ölüme gitmesine gün be gün tanık oldu. Behçet'e ölümünden sonra otopsi yapıldı, ekimozlar, yanıklar, kırıklar tespit edildi. Behçet'e otopsi yapılırken kapının önünde bekleyen ailesi, içerden gelen elektrikli testere sesini duydu.
Behçet'in ailesi bu ses yüzünden otuz yıldır iflah olmadı.
Behçet'in annesi oğlunun işkencecilerinin ceza aldıklarını göremedi, yargılanamadıklarını gördü, yargılananların beraat ettiklerini gördü, özür dilendiğini işitmedi, polislerin hakaretlerini işitti.
Cenazeye gelenlerin bile araba plakalarının alındığını, ölü oğlunun asker kaçağı olarak arandığını, yıllarca, her ölüm yıldönümünde evin etrafında polislerin dolaştığını, mezarda polislerin beklediğini gördü, diğer evlatları için uykuları kaçtı, onların da yakalanacağından, öldürüleceğinden korktu.
Oğlundan geri kalan oğlun, gün be gün ona benzediğini, babasının öldüğü yaşa geldiğini, o yaşı geçtiğini gördü.
Behçet'in annesi altı çocuk doğurmuş uzun boylu, güçlü kuvvetli bir Arnavut kadınıydı. Diğer Arnavut kadınları gibi, o da kocasının ismine "isa" ya da "visa" eklerinin konulmasıyla oluşan bir adla da anılırdı.
Evde kocasıyla ve annesiyle Arnavutçanın kuzeye has lehçesini konuşur, yabancıların yanında, dışarıda konuşmazdı. Lafını esirgemeyen bir kadın olarak yaşadı. Ölümüne yakın, sohbetlerinin arasına bu ülkeye göçmüş Arnavutların hikâyelerini de sıkıştırdı.
Behçet'in anasının hayatı didinmekle geçti, koca kahrı, yoksulluk, hastalık çekti; ama oğul acısı yerine bunları bin kez yeğlerdi.
Behçet'in annesi bütün faili bellilerin, mezarsızların, mezarlı mezarsızların anaları gibi gün be gün delirerek, eza çekerek öldü. Hayatının son yıllarında evlat acısı katlanılmaz hale geldi, hızla ilerleyen demansın kâbusa döndürdüğü bu yıllarda hezeyanların arasında emniyete götürüldüğünü, tıpkı oğlu gibi çırılçıplak soyulduğunu görüyor, orada ifade veriyor, benim çocuğum yok, deyip geri kalan çocuklarını korumaya çalışıyor, çocuklarına emniyette konuşmadığını söylüyordu.
Behçet'in annesinin de diğer anneler gibi 12 Eylül her gün ağzından burnundan döküldü, köpürdü, yapılan yemeklere, yıkanan bulaşıklara, silkelenen kilimlere karıştı, sayıklamaya dönüştü, bunamaya yoruldu, yarım ya da anlamsız kelimelere sığışıp, oraya buraya savruldu.
Behçet'in annesi oğlunun mezarına gömülmek istedi. Orada oğlunun kemiklerinin olduğunu ama kendisinin olmadığını biliyordu. Yine de oğlunun mezarı olmayan mezara gömülmekten başka tesellisi yoktu.
Behçet'in annesi ölünce, terliklerini adetleri gereği kapının önüne koydular. Behçet'in de doğduğu bu ev, apartman olmadan önce bahçeli üç katlı bir eski evdi, eski filmlerdeki eski evlere benzeyen, o evlerdeki eski hayatların sürdüğü bir emekçi eviydi. Behçet'in annesi evde su tesisatı yokken, bahçedeki kuyudan su çekerek evin işlerini gördü, altı çocuğunu o evde büyüttü.
Evin birbirine açılan bir sürü odası, tahta merdivenleri, terasında sardunya, küpe çiçeği tenekeleri, hep evde kalmasa da kendini evin kedisi sayan bir tekiri vardı. Behçet'in dedesi, eskiden o evin bodrumunda koz helva yapıp satar, Kurtuluş, Osmanbey ve Nişantaşı'ndaki birkaç pastaneyle de sipariş usulü çalışırdı.
Helvalar kalıba döküldükten sonra kazanın dibinde kalanların tadına mahallenin bütün çocukları bakardı. Behçet'in Türkçesi kıt, Arnavutçası zengin nona'sı, mevsiminde vişne şerbeti, biber turşusu yapar, sık sık da lahanalı börek açardı, böreğin en güzel yeri her zaman Behçet'in babasına verilirdi.
Kapı önüne konulan terlikler, bu günleri görmedi ama Behçet'in annesinin tekerlekli sandalyede geçen hezeyanlı günlerine tanık oldu.
Kapı önündeki görevi bittikten sonra, o hiç açılmamış mahkemelere, görülmemiş davalara çağrılsa savcıların, valilerin, komutanların, genelkurmay başkanlarının, bakanların, başbakanların sakladıklarını bir bir söylerdi.
Evlat ölümlerinin hesabını sormayı bile seçim malzemesi yapan zalimlerin yüzüne yüzüne tıpkı Behçet'in annesi gibi "kimseden korkmuyorum "derdi.
Behçet'in annesi cenazesinin, oğluyla aynı camiden kaldırılmasını vasiyet etti. Otuz yıl önce Behçet'in yirmili yaşlarının başında biri kadın diğeri erkek iki yoldaşı, yakalanmayı göze alarak, caminin önündeki caddenin karşısından cenaze törenini izlemişlerdi.
O iki gençten erkek olanı beş-altı ay sonra "ölü ele geçirildi." Kadın yaşadı, otuz yıldır önünden her geçişte canının acıdığı o camiden Behçet'in annesinin cenazesinin kalktığını, yası tutulamayan ölümlerin tanığı olan terliklerin Behçet'lerin evinin merdivenlerine konulduğunu gördü.
Hiç olmazsa, Behçet'in ayakkabılarını merdivenlere koyabilmiş olsaydım diye yandı. (AD/NM)