Beethoven'in ömrünün son yıllarında yaylı dörtlüler için yazdığı 135 nolu eserinin dördüncü bölümünün adı ''Mutlaka Olmalı''dır ( Es Muss Sein).
Cumartesi Annelerinin İstanbul-Galatasaray Meydanında her cumartesi günü saat 12.00 'deki buluşmalarında oğlunun fotoğrafını göğsünün üzerinde tutan kadın, öteki annelerin konuşmasına iç çekişleriyle katılıyordu.
Canı yakılmış, yanağına şiddetli bir tokat yemiş, bir köşede ağlayan küçük bir çocuğun burnunu çekmesine benziyordu.
On beş yıldır sızısı dinmeyen bedeni, yıllardır kayıp kocasını Kürtçe bir ağıtla anlatan öbür kadının hiç bilmediği diline bağlanıyor, başkaldırısına ortak oluyordu. Kaybolanların sorumluları belliydi, hesap vermeliydi. 'Mutlaka Olmalı'ydı.
Yoldan geçen Beyoğlu tramvayına bakmak için fotoğrafın önüne doğru eğilmiş başını kaldırdı. Haftalar, aylar, yıllar boyunca eline alıp tuttuğu oğlunun büyük fotoğrafı PVC ile kaplanmıştı, böylece yağmurlu, karlı, tipili, rüzgarlı bütün cumartesilerde onu tutabiliyordu.
Her hafta yenilenen şey, sol elinin üstüne gelecek şekilde fotoğrafın üzerine yerleştirdiği kırmızı karanfildi. Yaşanılan zamanın ağırlığı müziğinin ağırlığına tamı tamına denk geliyordu. Viyola kemana hesap sormaktan söz ediyor, ''Olmalı mı'' diye soruyor, viyolonsel hesabın sorulması için cevap veriyor: ''Mutlaka Olmalı.'.
Yanında duran saçları kırlaşmış gelin, babalarının işinden geri dönmediği gün, çocuklardan birinin üç yaşında, diğerinin bir yaşında olduğunu söylüyor. Bir hafta birini, öteki hafta diğerini kucağında taşımış buraya hiç aksatmadan.
Şimdi büyüğü 18 yaşında olmuş ve meydana gelmek istemiyormuş. Umudunu kesmiş "meçhul olmayan faillerin" ortaya çıkarılıp yargılanacağından ve annesine "boşuna kendini harap etme" diyormuş. Kızının ise buraya geldiği günün ertesinde hasta olup yatağa düşmesinden dolayı gelmesini istemiyormuş.
Flamayla, pankartla, türküyle sivil haklarını aramak için yola çıkmış öteki gruplar, yere oturmuş ve sessiz bilgeliğe bürünmüş Cumartesi İnsanlarına selamlarını sevgilerini sunuyor.
Beethoven'in bu eseri yaratmasına neden olan olayın aslında çok basit bir borç-alacak ilişkisinden çıktığı söylenir. Böyle hafif bir konudan bu kadar ağır bir başyapıtın çıkmış olması hafiflik-ağırlık karşıtlığını akla getiriyor.
Binlerce insanın ortadan kaybolması gibi varolan ağır duruma, ülke yöneticilerin takındıkları tavır ise bütünüyle hafife almak, geçiştirmek oluyor.
Başbakan ile görüşmesini anlatan annenin acıyla karışık sıkıntılı hali farkında olmadan elindeki kırmızı karanfilin yapraklarını yolmasından anlaşılıyor, hala bir umudu olamamanın ağırlaşmış tavrını açığa çıkarıyordu.
İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi 17-25 Mayıs günlerini Türkiye Kayıplar Haftası ilan etti; 1997'de Kayıplar Haftası hayata geçti. Ayrıca 25-31 Mayıs günleri de Dünya Kayıpları Haftası olarak anılıyor.
Kayıplarını arayan insanların Galatasaray'da buluşması 350. Haftasına doğru gidiyor. Birkaç yıldır artık kayıpların torunları İstiklal Caddesinin parke taşlarında oturmaya başladı.
Yüz kadar kayıp yakınının elinde tuttuğu resimlerin altında isimleri ile doğum ve kaybolma tarihleri var. Kaybolma tarihlerinin büyük çoğunluğu 1993-1996 yılları arasında olduğu görünüyor.
Türkiye'nin ilk ve tek kadın başbakanı Tansu Çiller'in başbakan olduğu dönem ise, Haziran 1993- Mart 1996. Bütün sorumluların yargılanması için soralım: Olmalı mı? Mutlaka Olmalı.
İstanbul'un en kalabalık caddesinde, her gün bir milyona yakın insanın geçtiği, her türlü farklılığın bir arada yaşadığı karışık ve karmaşık bu yerde, Cumartesi Annelerinin buluşması caddeye sakinlik veren bir vaha gibi ortaya çıkıyor.
Eşlerin, çocukların, kardeşlerin kaybın doğurduğu acıyla, onları yok edenlerin serbestçe dolaşmasının büyüttüğü isyan bütün ağırbaşlılığı ile bir araya gelmiş, haksızlığa uğrayanların sakin bir sığınağı olmuş.
Dünyanın bütün sesleri bir araya toplanmış, iktidarlar için zor karar da olsa insanı yok edenlerin, yok sayanların ortaya çıkarılması için ''mutlaka olmalı'' diyor. (NE/BA)