"Kadın bekâretinin sözde belirleyicisi olarak kendisine biçilen toplumsal rolün dışında,
insan himeni, aslında çok ama çok sıkıcıdır."
Hanne Blank
Bir erkeklik iktidarı olarak masada durur bekâret. Durduğuyla kalmaz üstelik kan olur can yakar. Silah olur, bir kadından geriye kalanı hesaplattırır gazete köşelerinde.
En başta ulus devletin ve bilahare bütün devletlerin, otoritenin, hiyerarşinin, cinsiyetçiliğin, türcülüğün, ataerkilliğin, erkin ve milliyetçiliğin kendini var etme biçimi, hepsinin kesişim noktasının belki de görünürlüğü en yüksek olanıdır bu sebeple kadınlık.
Bekâret bunların hepsinin toplamıdır.
Bekâret hepsini birbirinden çıkardığınızda arta kalandır. Baba devlet ile anne şefkatli ailenin, elini bir türlü kadından uzağa koyamama biçimidir bekâret. Bu biçimi tıpla, hukukla, adaletle, yasayla meşrulaştırmaktır bu kurumların nihai görevi. Cinsiyetçilik, bilimsel temellerle yürütülür egemen olanın eliyle ve elbette kadın üzerinde. Bu kurumların ellerinin işaret parmağının imlediği tek yerdir himen noktası. Kadın bekâretinin üstüne insanlığın bütün tarihi bindirilmiştir yüklüce. Hedef doğru seçilirse, namus da kurtulur en nihayetinde!
Bekâret testi yapmak suçtur ve bu cümlenin ama/ fakat/ şu şartta gibi bağlaçlara ihtiyacı yoktur.
Her ne kadar bekaret muayenesinin erkek şiddetini ölçmek için yapıldığı ima edilse ve bu yolla bekaret testi suçuna zemin hazırlanmaya çalışılsa da bu argüman dahi eril şiddetin bir başka biçimini kadın bedeni üzerinde yaşatmak anlamına gelir. Öncelikle eril şiddetin kendini gösterim ve var olduğunu kanıtlama biçimi himen olmadığı gibi bekâret üzerinden kadının biyolojik okuması yapılarak taciz ve tecavüz suçları da tanımlanamaz. Bu yolla bu suçun kanıtlanacağını söylemek bile kadının cinsel özgürlüğüne, bedeni üzerindeki tasarrufuna müdahale ederek, kimin ahlâkı olduğu belli olmayan genel ahlâk kurallarına atıfta bulunmak ve ki kadın bedeni üzerine çullanmış olan cinsiyetçiliği ve şiddeti, toplumsal doğrularla sağlamlaştırmaktır.
Eril şiddetin ve eril suçun kendini gösterme biçimi de bu sebeple kadın bedeni üzerindeki himenden çok daha ötede ve derindedir. Bekâret muayenesi, kadına yaşatılan işkenceyi tıp ve yasa ile tekrar, tekrar ve tekrar ortaya çıkarmaktan başka hiçbir görevi olmayan, psikolojik yıkıntıya sebep veren, vücut dokunulmazlığını ihlal eden bir suçtan başka bir şey değildir.
"Bekaretin 'El Değmemiş' Tarihi"nin[1] Emek Ergün tarafından yazılmış önsözündeki ufak bir parça anlatır en iyi bu kanlı kurumu:
"Gözle görülmez, elle tutulmaz / bıraktığı kanın altında yatar beyaz / ya bir çarşaf yatakta durmaz / ya kefen başında bir çığlık avaz avaz / bil bakalım nedir bu maraz..."
Kadının biyolojik varlığı bakımından küçücük bir noktadan öteye gitmeyen, yapısı kadından kadına değişen ve mutlak bir tıbbı niteliği olmayan himenin üzerine yüklenen anlam devletin bekası, milletin bütünlüğü, ailenin kutsallığını da beraberine alarak yürümeye başlar. Kadının bütün o kanı, canını alıp akar olur kaldırım taşlarına ve aile üyelerinden başkasının dokunamadığı o evin mutfağına.
Şiddet ve kutsal birlikte yürür aynı yolda, kadınlık ve bekâret ne denli kutsalsa, kadına bekâret eliyle uygulanan şiddet de o denli meşru olur. Kutsal olana dokunan şiddet her daim kendini haklı gösteren sebepler bulur; şiddet, kutsal olanın üzerinde işlemeye başlamışsa; hiç tereddüt yok ki onu korumak ve değerine değer katmak maksadını kendine yol bilerek devam eder.
Rene Girard "Temiz olan hiçbir şiddet türü yok; kurban edimi, en iyi durumlarda bile ancak arındırıcı şiddet olarak tanımlanmak zorunda." der.[2]
Şiddetin bekâret biçimi ise zaten büyük bir açgözlülük ve kan seviciliği ile eline bulaşacak kanı beklediğinden başından kirlenmiş vaziyette durur insan zihninde. Bu yolda kurban edilen kadın, arındırılmak niyetiyle kutsallaşır yine ve yeniden.
"Bekâretin 'El Değmemiş' Tarihi"nin giriş cümlesi çok nettir aslında: "Neyle ölçerseniz ölçün bekâret aslında yoktur."
Bazı imgelerin somut fiillerin karşılıkları olabilmesi, o imgelerin gerçekte var olduklarını/ fiziksel olarak bulunduklarını göstermez zira. Ne kadar ölçseniz de, ölçmek için dünyanın bütün insanlarını kadının karşısına dikseniz de yani bütün insanları bunun ölçülebileceğine inandırmış dahi olsanız bu, bekâretin var olduğu anlamına gelmez. Hem herkesin bir şeyi doğru kabul etmesi, onu doğru da yapmaz! Bu sebeple en mühimi bekâretin icat edilmiş, insan tarafından var edilmiş ve anlamlandırılmış olduğunun farkında olmaktır. O erilliğin, ataerkin, heteronormativizmin, dile işlemiş ve bilince içten içe yayılmış bir cinsiyetçiliğin kendini var etme biçimi olarak ortada durur. Egemen olanın namlusunu kadına doğrulttuğu alanlardan sadece biridir bu mesele de.
Kadına yönelik yıkıcı ve can alıcı şiddetin birincil öznesi olan bekâret, büyük bir iştahla tarih sahnesinde kadınlardan çok daha önde, zihin tarihinde ise bütün tabuların ortak noktası olarak yerini alır. Ben hep Leylâ Erbil'in "Tuhaf Bir Kadın" romanındaki o kadını düşünürüm bu yüzden.[3] Kız-aile-baba üçgeninde ikiyüzlü aileliği ele alan, onlarla dalga geçen o tuhaf kadını. Sözünü sakınmadan, erk olana direnen tuhaf bir kadın geçiririm içimden, dünyanın bütün insanlarını masumiyet testinden geçirecek imanı ve inadı olan o kadını hep sokağın beni bekleyen ucunda yaşatırım. O tuhaf kadın yaşadığı müddetçe, dünyanın bütün kadınlarının ileriye kalan olacaklarını bilirim.
Kendi beyazlığında var olan kadınların hikâyesi var dünyanın her yerinde, kendi karanlığında kaybolan ailenin, şiddetin, bekâret muayenelerinin, milliyetçi ve muhafazakâr söylemlerin arkasına gizlenen cinsiyetçiliğin izi var bütün kadınların yüzünde. Bu yüzden hiçbir kadın kurtulmuş değil, bu yüzden kadınlık hâlâ mücadelede. Sorgulanması gerekenin kemikleşmiş ve kurumsallaşmış insan ilişkileri, her daim kadın bedeni üzerinde güç gösterisi yapan erkeklik ve kutsal şemsiyesi altında dokunulmazlık verilmiş aile-itaat-mutfak-görev ve sorumluluklar olduğu hatırlanmalı. Bu döngüde kadının, kadın cinayetlerinin hem faili hem mağduru olarak ifade edilmesinin inatla önüne geçilmeli. Ötesi aynaya baktığında kendi ikiyüzlülüğünden aynayı çatlatacak insanların bolluğuna giden bir dünyaya çalıyor çünkü. Suçluluktan ve riyakârlıktan kaskatı kesilmiş, aynanın çatlayan camına basmamayı marifet sayan bir insanlığa çıkıyor sokaklar. Ve ben hep bu sokağın diğer ucunda da kadınca bilinmeyişin tek adı olan Tante Rosa'yı anarım, bir gün ona ulaşabilmek umuduyla.[4] (IK/HK)
[1] Hanne Blank, Bekaretin El Değmemiş Tarihi, Çeviren: Emek Ergün
[2] Rene Girard, Şiddet ve Kutsal, Kanat Yayınları
[3] Leylâ Erbil, Tuhaf Bir Kadın, İş Bankası Yayınları
[4] Sevgi Soysal, Tante Rosa, İletişim Yayınları