1968 öğrenci hareketinin öncülerinden, mimar Sait Kozacıoğlu dün Ankara’da aramızdan ayrıldı. Kozacıoğlu öğrenciliğinde ODTÜ'deki devrimci afiş atölyesi içinde yer almış ve o dönemi Yılmaz Aysan'ın derlediği 68 Afişleri kitabında anlatmıştı. Aysan'ın Kozacıoğlu'yla yaptığı söyleşiyi kitaptan aktarıyoruz.
Sait, ODTÜ'ye girmeden önce afişle ya da grafik sanatlarla bir ilişkin olmuş muydu?
Mimari'ye, lisede sanat işlerine bulaşmış biri olarak girdim. Bizim lisedeki bu çevreden Koray (Doğan) ve ibrahim (Niyazioğlu) benden bir sene önce ODTÜ'ye girmişlerdi. ODTÜ Mimari Yıllığı diye, o sıralar çıkan en son yıllığı çıkarmışlardı.
Bu yıllığın sözü geçiyor hep. Basıldıktan sonra çok tepki görmüş öğrenci derneğinden ve dağıtılmamış...
Evet. Ben okula kayıt yaptırdığımda yıllık yeni basılmıştı. Öğrenci Derneği'nin barakalarında Koray ve ibrahim'in ayrı bir yeri vardı; orada hazırlamışlardı ve bu yıllık gerçekten "eğlenceli"ydi. Fakat o espri düzeyine çıkamayan insanlar tepki gösterdiler. Buna rağmen yıllık çok insana dağıldı. Ben okula geldiğimde Türkiye işçi Partisi üyesiydim, Tarsus'ta üye olmuştum. Biraz da Korayların yıllık macerasından sonra, Öğrenci Birliği'nden, Sosyalist Fikir Kulübü'nden uzak kaldım. O sıra ODTÜ'de Bekir H. dönemiydi. O da CHP halkçılığının daha sol bir düzeyde yeniden doğuşu gibi bir şeydir. Bekir H. hem Öğrenci Birliği'nin hem de SFK'nın büyük bir bölümünü belirliyordu.
SFK'da Bekir'i sosyalizmin hocası gibi gören birçok insan vardı. Bunların karşısında ise Bekir'in öbür tarafını görebilenler yer alıyordu; daha çok Koray, ibrahim, Ahmet Turan, Süheyl, Aykut, ben. Yani biz de ayrı bir sol ekip olarak vardık. Şöyle bir olay olmuştu: SFK o sıralar köy çalışmaları yapıyordu. Bekir'in çevresinden bir kısım adam, Kulüp ya da Öğrenci Birliği üyesi, bir trafik kazası geçiriyorlar, köy çalışmasına giderken. Ve birden bu olayı bunlar çok büyüttü. Dediler ki yas, matem vardır. Mimari Balosu yapılmasın. Olay balodan birkaç gün önce oluyor, '67 veya '68'de. Tabii bu iki ekip, "ekip" demiyeyim de bu iki "grup", ya da bu iki "bulut" birbirimize girdik. Bunun üzerine Öğrenci Birliği'nden uzak kalmanın doğru olmayacağına karar verip, bizim kafamıza uygun epeyce insan toparlayıp Kulübe üye olduk. Seçimlerde de Kulübün yönetimini ele geçirdik.
Daha sonra da Öğrenci Birliği seçimleri var. Bu seçimler için afiş işleri de dolayısıyla bizim grubun ve Ahmet Turan'ın eline geçti. Ahmet Turan o sıralar Süheyl'le beraber Bestekâr Sokak'ta otururlardı ve onların evi o sıralar sosyalizmden çok anarşizm, militanlıktan çok hippilik gibi kültürün dolaştığı bir yerdi. Ahmet Turan, esprili bir seçim kampanyası yaptı ve kaybettik. Aslında kaybetmemiz mümkün değildi. Sırf bu kampanya yüzünden kaybettik. Yani Koray'ın yıllığındaki olay bir daha kendini tekrar etti. O dönemden sonra ben kulübün afişlerine müdahale etmeye başladım. Ozalitle falan yapılan şeyler vardı ama çok mağaraydı.
Koray'ın yıllığı da, Ahmet Turan'ın kampanyası da, daha sonra benim yaptığım Behice Boran afişi de... Hep tepki gördük. Behice Boran geldi dedi ki, "Yahu benim konuşmamın başlığını değiştirmişsiniz." Değiştirmiştim hakikaten, çünkü grafik olarak böylesi çok daha güzel oluyordu. ODTÜ'de "Sol" diye geniş bir grup ve içinde de bayağı gerilimler vardı. CHP gelenekselliğinden kurtulamamış bir ekip vardı, onlar daha sonra TİP'in gelenekselciliğine teslim oldular... Bir de daha sorgulayıcı, daha yenilikçi bir akım vardı. '68 Eylülü ile ODTÜ'deki "Sol"un yönetimi bu yenilikçi grubun eline geçti. '68 Eylülü ilk boykotların başladığı zamandı. O sırada Öğrenci Birliği Sosyal Demokratlara geçmişti.
"Ortanın Solu" diye seçimlere girdiler. O sıralar onların "Kurulu düzendi, okuldu, dersti," filan gibi bir söylemleri vardı. Biz boykotlara başlarken Öğrenci Birliği'nin hiçbir imkânından yararlanamıyorduk. O zaman işte bu afiş işi yeniden yaratılmak zorunda kaldı. Ve ilk yaptığımız afişler ispirtolu teksir makinasıyla oldu. O teksir makinası da benim kendi şahsi malımdı. Ben onunla provokatif metinler yazıp sağa sola dağıtırdım. Böylece başlamış olduk. Fakat sonradan İTÜ'de serigrafia yapılan afişleri gördük ve çok beğendik. Tan Oral yapıyordu o sıra. Baktık ki ispirtolu teksir çok etkisiz bir teknik, ben gidip istanbul'dan bu işi bilen bir arkadaş getirdim. İTÜ'nün Öğrenci Birliği o zaman Gümüşsuyu'ndaydı, oraya gidip, "Kim bu işten anlıyor" deyip, ilk "anlıyorum" diyeni, otobüse atıp Ankara'ya getirdim.
Onu getirmeden önce hiç kendiniz denemediniz mi?
Tabii yaptık, ilk duyduğumuzda, hemen kütüphaneye gidip serigrafi üstüne ne kadar kitap varsa okuduk. Ama olmadı, çünkü malzemenin nereden alınacağını bilmiyorsun, ne malzeme kullanacağını bilmiyorsun falan. Dolayısıyla denedik ama hiç afiş basamadık. Sonra Gündüz'ü getirdik. Gündüz bize nereden ipek alınacağını, boyayı ipekten geçirmek için gereken raklet lastiğini nereden bulacağımızı falan gösterdi. Fakat buna rağmen kullandıkları teknik, yine ilkel bir teknikti. Onlar ipeğin üzerine, baskıda kullanılan boyayla, çözülmeyecek bir cins boyayla doğrudan deseni yapıyorlardı. Biz de bunları yaptık ama doğru dürüst bir netice alamadık. Sonra '69 yazında staj için IAESTE Exchange ile Münih'e gittim. Orada Akademi'de baktım ki fotografik bir yolla yapıyorlar. Letrasetleri alıyorlar, kocaman letrasetlerle aydıngerin üzerine yazıyorlar, sonra ultraviyoleyle aktarıyorlar.
Biraz onlarla beraber oldum, afiş filan bastım. Fakat gelince yine ortada kaldık. Işığa hassas lakı nereden bulacağız? Sonra bu işi gerçekten bileni araştırdım. Orhan Müstecaplıoğlu dediler. Eski komünistlerden ve serigrafçılıkla geçiniyor. Buzdolabı arkasındaki metal açıklamaları filan serigrafla yapıyor. Yaz sonuna doğru Orhan Müs'ün atölyesine gitmeye başladım. Orhan Müs, gençliğinde sinemacılık filan yapmış, Kıvılcımlı ekibinden bir zat. Ondan, akın nerede satıldığını, nasıl sürüldüğünü öğrendik. Ve uzun süre istanbul'dan getirttik. Sonra da Ankara'da satıldığı yeri bulduk. Tabii iş çok genişlemeye başlamıştı artık.
Okul içi faaliyetler için afiş üretmekten tüm Türkiye'ye afiş üretir hale nasıl gelindi?
Fikir Kulüpleri Federasyonu Dev-Genç'e dönüştü. Tabii biz de hareket içinde daha merkezi bir yere geldik ve iş biraz da üzerimize kaldı. Gerçi istanbul'da afiş faaliyeti durmadı, kendi ihtiyaçları için afiş yapmaya devam ettiler. Ama genel afiş yapımı bizim üzerimize kaldı. ODTÜ Mimarlık'ta yapılıyordu. Sonunda öyle bir hale geldi ki, ilk başlatan birkaç kişiden biri bendim, ama sonra giderek bir işletmeci gibi olduk. Yani artık afiş filan gördüğümüz yok... Birtakım hesaplar filan yapıyoruz, boya parası şu kadar, nereye, ne kadar gidecek... Biz orada sanki gazete yöneticisi filan gibi olmaya başladık.
Hareketin okuldan çıkıp genele yayılışını afişlerden de izlemek mümkün; ilk afişlerde "Boykot", "işgal" vs. yazarken sonuncularda "Bağımsız Türkiye" vs. yazıyor...
işte o zaman, bu hareket bütün Türkiye'de Üniversite'de Fikir Kulübü gibi elit bir hareket olmaktan çıktı, bir devrimci harekete dönüştü ve bütün yayın işleri bizim üstümüze kaldı. Aslında afişin yanı sıra Dev-Genç'in broşürlerini de biz hazırlıyorduk.
Peki afişleri neden matbaada basmıyordunuz?
O zamanlar Ankara'da ofset baskı yapacak çok az yer vardı bir; pahalı bir olaydı iki; üçüncüsü de çok hızlı yapılması gereken bir işti. Dördüncüsü de polis etkisi vardı. Okul güvenliydi.
Tekrar başa dönelim, sen serigrafiyi öğrenip okula geldin, basılan ilk afişi, bu teknikle uygulanan ilk afişi hatırlıyor musun?
Ben bu işin reçetesini öğrenip gerekli malzemeleri alıp geldim. O sıralar biz zaten çerçeve yapma, ipek germe gibi işleri beceriyorduk zaten. Aykut, Mimari Öğrenci Derneği'nin odalarından birinde oturup birtakım denemeler yaptı. Çeşitli lak karışımları, çeşitli poz süreleri deneyip sonunda tekniğini kurduk. Bu işte en etkin olan Aykut ve Hasan'dı.
O dönemde yapılan afişler içinde hiç beğendiğin var mı?
Aslında o zamanlar o hayhuy içinde "grafik sanatı"na filan pek fazla bakamıyorduk ve belli bir grafik anlatım peşinde değildik. Biz hepsiyle uğraşıyorduk ve koşullar olumsuzdu. Afişlerin çoğu kayboldu, çok azı elimizde kaldı. Bir grup afiş var ki, 15-16 Haziran için yapılan afişler, bunlar serigrafi de değil. Bir süre sonra, serigrafi de yeterli gelmeyince, makina mühendisliğinde bir "ofset teksir" makinası bulundu, alüminyum kalıp plakaları da bitmişti, sonra onun üzerine linolyum koyarak, böyle, ofsetin tekrar kökenine dönüşü gibi bir makina yaptık ve çok etkili oldu. Çok hızlı basabiliyordu. Onunla yapılan 15-16 Haziran afişleri grup olarak çok iyiydi. 8 çeşit afişti, hepsi birbiriyle ilişkiliydi, bir serinin parçası olduğu belliydi. Bunların hepsini birden kaybettik, İstanbul'a gönderilmek için hazırlandı, güya güvenilir bir yolla yollandı ve hepsi birden kayboldu. Bence en etkili afişlerimizden biriydi. Bu da bizi getirir 1970 yazına. Ondan sonra serigrafiden çok bu makinayı kullandık.
Çevre illerden isteklerin artması üzerine Hasan bir elkitabı hazırlayıp gezerek onlara işi göstermiş, bunu hatırlıyor musun? Hiç örnek gördün mü?
Tabii, ayrıca çerçeve, kasnak da hazırlayıp gönderdiğimiz oluyordu. Örnek gördüm. Galiba Mersin'de. Hatta 1974'te gördüm. O zamanlar yapılıp yollanmış tezgâhta 1974'te yeni afişler basmışlardı. Şimdi aslında '68 döneminin afişlerinde ham bir estetik vardı ama hamlık bizim tekniğe hâkim olmamamızdan veya tekniğin kısıtlamalarından kaynaklanıyordu. Çok kontrastlı, daha çok karikatüre yaklaşan yumruğunu kaldırmış bir genç figürü vardı. Her yerde kullanıldı. Yeniden çizile çizile artık tanınmaz bir hale gelmişti. Afiş ürünlerimizin içinde herhalde en kötüsü odur. ilk yaptığımız afişler aslında teknik açıdan korkunçtu. Giderek tekniğe hâkim oluyor insan.
Taylan Özgür için çok özenle bir afiş hazırlanmış, bunu hatırlıyor musun?
Hayır, çünkü hapisteydim. Taylan'ı polis vurduğunda, ben de gözaltına alınmıştım. Ama o fotografik yöntemi kullanmaya başladığımız ilk afişlerden olmalı. 1969 Eylülü'nde ışığa hassas lakı kullanmaya başlamıştık, Taylan'ın ölümü ve benim tutuklanmam Ekim'dir. Şimdi bakınca işin asıl önemli yanı tekniği değil de nasıl yapıldığıydı galiba...
Evet, nasıl yapılıyordu bir afiş, kimler hangi aşamada nasıl katılıyordu?
Şimdi sloganın nereden geldiğini, olayın nereden kaynaklandığını çözmek hakikaten zor, çünkü çok kolektif bir işti bu. Bir müddet sonra işler biraz siparişe döküldü. Yaratışla üretim bir bütündü. Ön bir yönetim safhasından sonra, şu konularda şöyle afişler yapacağız denir, ondan sonra sloganların oluşması, desenin oluşması serbest katılımla gerçekleşirdi. Hatta bazı konularda inat için iki afiş basıldığı da oluyordu. Bu yaratıcı gruba, para işlerine bakanlar karışmazdı.
Bu işlerin bir de mali yönü vardır. Dev-Genç'e afiş gerekince tabii buna bir de kaynak bulmak gerekiyordu. Bu afiş işi, büyük bir özveri, onun ötesinde heves, tutku isteyen bir şeydi. Belki de benim bu işe en büyük katkım işin örgütsel veya parasal yönleriyle yaratıcı ve üretici kusurlarını birbirine bulaştırmamak oldu. Dışardan bir şey empoze edilmedi. Zaten bu heves olmasaydı sürdüremezdik. Burada şu paralelliği yakalamak lazım; Korayların yıllığı, Ahmet Turan'ın seçim kampanyası ve bu afiş yaratıcı grubu. Koray'ın ya da Ahmet Turan'ın afiş işine pek bir katkısı da olmamıştır. Ama onlar işin öncülleridir, ibrahim Niyazioğlu'nun çok katkısı olmuştur. Aşağı yukarı o sıralar Mimari'de olan herkes bu işe bir köşesinden bulaşmıştır. Tabii eğer özel bir tepkisi yok idiyse.
Bazı afişlerin, Mimarlık Fakültesi öğrencilerine dağıtılmak üzere Amerika'dan gönderilen özel bir eskiz kâğıdına basılmış olduğunu görüyorum. Okuldaki bazı olanaklar değerlendirilmiş miydi?
Okul kurulduğunda bir sürü eskiz kâğıdı vermişler. Hocalar bunu büyük bir kıskançlıkla bir depoda tutuyorlar ve kimseye vermiyorlar. Bu olay birisinin gıcığına gitmiş herhalde, onları çıkarıp üstüne afiş basmışlar. Okulun olanakları şöyle kullanıldı; tabii ki okulun mekânını kullanıyorsun. Öğrenciler o sıra öğrencilik yapıyor, yani derse giriyor ya da boykot yapıyor, işgal yapıyor ama öğrencilik yapıyor. Aynı zamanda bu işi de yapıyor. Okul gece gündüz açık ve öğrenciler kullanıyor.
Sizin afişlerde bir özellik de şu; afişler tek başına olduğu kadar grup halinde, ya da birleştirilince de anlamlı oluyor. Mesela baklava biçiminde bir "MİMBALL" afişi hatırlıyorum, birleşerek fakültenin o koca duvarlarında her yöne yayılıyordu.
Mimarlık fakültelerinde yapılıyor olmasının ve alınan eğitimin rolü olmalı. Hep o 50x70 cm'lik sınırı aşmak... Çünkü o 50x70'lik kâğıdı aştığın zaman rakipsiz oluyorsun. Mesajı daha iyi verebilmek önemli. .'66 yazından başlayıp '71 kışına kadar gelen o dönemde bunun izleri var. Toplumcu Grup'un seçim kampanyasında, Ahmet Turan'ın yürüttüğü kampanyada da bu var. Milletin o sıralar çok dalga geçtiği şeyler vardı. Mesela Toplumcu Grup adından türetilmiş sloganlar: "TOP TOP Toplumcu Grup" gibi. Biz bunlardan hoşlanıyorduk ama bütün millet gıcık kaptı. Bu afişlerin hepsi ozalitle yapılmıştı. '68 Martı'nda ozalitle yapılmış son afiş Behice Boran afişiydi. Bir yazı karakteri istifiyle yapılmış bir afişti.
Afişlerde kullanılan yazı karakterlerinin de özgün bir yapısı var, bu karakter seçimi ve onlara gösterilen özenin bir nedeni var mı?
Herhalde o sıralarda okula gelen öğretim üyesi Fritz Janeba'nın büyük etkisi var. Bize neredeyse bir sömestr boyunca yazı yazdırmıştı. Mesela, Hasan'ın serigrafi için yaptığı harflerle, daha sonraları Doç Ofset için yapılan harfler birbirine benzerler. Bunlar serifsiz harflerdir ama Helvetica da değildir.
Bunun dışında bir karakter daha var. Mesela "NATO'YA HAYIR" afişinde harfler daha tombul, köşeleri yuvarlatılmış. Sanki o dönemin long-play kapaklarındaki deforme harflere benziyor.
Denedik tabii. O yuvarlak harfler gibi, linolyuma daha uygun olduğu için daha sert ve keskin bir karakter olan Coppercut da denemiştik. Fakat sonunda Helvetica-Univers benzeri, ama bizim orada dizayn edilmiş bir karakter hâkim oldu. Kendi karakter setimizi oluşturmuştuk.
Siz o dönemde Ruhi Su'nun yanı sıra Frank Zappa gibi, gene başkaldıran ama başka tür müzikler de dinliyordunuz. Dünya kültürüne daha yakındınız.
O sıralarda California'da da böyle bir olay vardı. Vietnam Savaşı devam ediyordu. Beatles da çok dinlenen bir gruptu. ODTÜ'de boykotlara filan varan hareketlilikten çok önceleri tanıştık Zappa'yla. Ama gerçekte o sıralar etkili olan müzik Beatles müziğiydi. Zappa'da bize yakın gelen Vietnam Savaşı karşısındaki tavrıdır. Onun bir plağı vardır; o plak ilk defa açıkça "mass media" diyebileceğimiz, long-play olarak basılmış, Türkiye'ye kadar girmiş ve satılan bir şey; Vietnam Savaşı'na aleyhtar bir şeyler bulunca çok etkilendik ve Zappa'yı böyle keşfettik.
Ama o sıralar biz Amerika'daki savaş karşıtı hareketi, onların folk geleneğinden gelen adamlarda görüyorduk. Mesela Pete Seger, giderek Joan Baez'de filan buluyorduk ve aslında o müzik bizim müzikalite olarak beğendiğimiz bir ses değildi. Amerika'daki bu alternatif müzik olayında Zappa'nın yeri hem karşı olması hem de Beatles'ın "sound"una uygun olması bakımından önemliydi. Müzik çok önemli; grafiği, resmi ben tali estetik sanatlar olarak kabul ediyorum; estetiğin anası, mihenk taşı müziktir. Biz o sıralar sürekli politik müzik dinlemiyorduk açıkçası. Beatles müziğinin bence önemli bir farkı vardı; "humour"u getirmeleri, yaptıkları işle dalga geçebilmiş olmaları ve espri yapabilmeleri. Bizim o zaman ki "White Album"ler çalınmaktan delinmiştir. Üç sene hapiste yatarken hep şunu düşündüm; biz niye müzikte verimli olamadık? Hakikaten yüz karasıdır '68 dönemi müziği.
Başka ülkelerde olup bitenlerin ne gibi etkileri oldu? Mesela sen Almanya'ya gittin geldin, o sırada Küba'da Paris'te filan da yapılıyor afişler...
'68 Paris afişlerini sonradan gördük, o dönemde görmemiştik. Dev-Genç o zaman iki şehirde yaşayan bir örgüttü, iki şehirli bir örgüttü. Ankara-İstanbul ikilisi çok ilginçtir. Çok şey gidip gelir ikisinin arasında. Ankara-İstanbul birdir diye de düşünebilirsin. Fakat bizim İstanbul'dan bu kafada adamlarla ilişkimiz olmadı. Onlar İTÜ'de daha önce başlatmışlardı. Daha önce başlayıp daha önce söndü. Dikkat edersen '68'in ilk boykotlarında ODTÜ yoktur. '68 sonbaharında öne geçmiştir.
Bu yapılan afişlerden birer adedi saklanmış...
ibrahim'in evinde biz en gizli afişlerden bile birer adet sakladık. Bu işin bir belgesi kalsın diye.
Keşke bu afişlerin birer de fotoğrafını çekseydiniz. Ne de olsa fotoğrafları saklamak daha kolay...
Hakikaten hiç aklıma gelmedi. Şimdi sen söyleyince düşünüyorum, halbuki o sıra hepimiz fotoğrafla da uğraşıyorduk. Gerçi biz renkli fotoğrafla '74 sonrası tanıştık. Ve belki de yapamayacağımızı anlayıp bıraktık. Halbuki ben Leica makinalara filan para bastırıp alıyordum zamanında, İbrahim'in evinde bütün bunlar saklandı. Fakat 12 Mart döneminde galiba annesi imha etmiş.
Çok teşekkürler Sait.(YA/EÜ)