Genel Yayın Yönetmeni sıfatıyla, matah bir şeymiş gibi, mesaisinin sadece yüzde 15'ini gazeteciliğe ayırdığını daha önce ifşa etmiş olan Özkök'ün bu açıklamasında, kendisine yanıt veren Ergun Babahan'ın yazısında ve Özkök'ü destekleyen Mehmet Y. Yılmaz'ın köşesinde sorunlar var.
Sabah gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Babahan da ertesi gün bu şeffaflık gösterisine "Biz sadece gazetecilik yapıyoruz" açıklamasıyla yanıt verdi. Milliyet'in Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz da "Hortumculardan arındırılmış temiz medya istediğini" yazdı.
Birinci ve düz okumalarla sınırlı kalacak olursak, Özkök, Babahan ve Yılmaz'ın açıklamaları olumlu görünüyor: Şeffaflık isteniyor, gazetecilikle iş adamlığı karıştırılmasın deniyor, temiz medya talep ediliyor...
Ancak, söz konusu üç kişi ve temsil ettiği grupların geçmişi ve gazetecilik anlayışları konusunda ciddi kuşkular var:
Aynalı cam şeffaflığı
Özkök'ün şeffaflık gösterisinde bir sürü karanlık, gölgeli hatta gizli yanlar var:
* Hürriyet, Sabah Grubu'nu neden satın almak istiyor? Bu arzu rekabet anlayışına aykırı değil mi?
* Hürriyet, Sabah'ı kimlerle birlikte satın almak istiyor?
Konsorsiyumun diğer ortakları neden açıklanmıyor?
* Hürriyet, Sabah grubu, Dinç Bilgin hapse girdiğinde, dolayısıyla grup her bakımdan daha kötü durumda olduğunda neden grubu satın almak için girişimde bulunmadı da şimdi almak istiyor?
* Hürriyet, Sabah'ın güç durumlarında bu gruba neden, nasıl ve ne kadar 'yardım' yaptı?
* Bu "yardım"lar arasında "Vatan" gazetesi operasyonu da var mı?
* Özkök, kimi devlet bankalarının Doğan Grubunun kredibilitesi hakkındaki olumsuz yargılarını ve grubun mevcut borçları hakkında, şeffaf bir şekilde neden ayrıntılı bilgi vermiyor?
Özkök, gazetecilik ile iş adamlığı arasındaki ilişkileri meşru göstermek için çoğu zaman Batı'dan örnekler veriyor. Doğru tek referans global medyanın neo-liberal operasyonları mı? İlke, tüm medya gruplarında, yayıncılık bölümünün reklam ve idari işler bölümünden kalın bir duvarla ayrılmasıdır.
Mehmet Y. Yılmaz'ın yazısı, grubun Amiral Gemisine verdiği bir destekten ibaret. Hortumculardan arındırılmış temiz medya isteyen Genel Yayın Yönetmeni, önce kendi holdinginin, basın grubu ile mali ilişkilerini incelesin, sonra temiz medya istesin.
Bu isteğini de önce kendi gazetesinde hayata geçirsin. Milliyet, Abdi İpekçi ve Umur Talu yönetimlerinden sonra, Mehmet Y.Yılmaz'dan bu yana "Basında Güvensizlik" sloganının kalesi haline geldi.
Gelelim Babahan'ın gazeteciliğine..."Kahpe felek" birisine darbe vurdu mu, mağdur, tüm geçmişini unutup gazetecilik nutkuna sarılır. Andıç sabıkalısı Sabah'ın geçmişte ne menem bir gazetecilik yaptığını herhalde herkes hatırlıyor.
Kah Mesut Yılmaz, kah Tansu Çiller'in ama hep siyasi- iktisadi-ideolojik-askeri iktidarın sözcülüğünü yapmış olan Sabah, bugün gazetecilik mi yapacak?
Üstelik Babahan, gazetecilik yaparken, Özkök'e Sabah'ı satın almak için BDDK'ya değil başka bir adrese gitmesi gerektiği bilgisini de vermeyi unutmuyor.
Gazetecilik...İş dünyası muhabirliği? Babahan bu alana girecekse, Doğan Holding ile BDDK arasında gidip gelen üst düzey yöneticilerin yurtdışı gezilerinde kimlerle neler konuştuğunu araştırıp öğrense iyi eder.
Ayinesi iştir kişinin...
Şeffaflık, gazetecilik, temiz medya öyle herkesin kolayca ve rahatça telaffuz edebileceği tanımlar, kavramlar değildir Türkiye'de. Hele Özkök, Babahan ve Yılmaz gibi, geçmişte ve bugün egemen medyada bir numaralı sorumluluk yüklenmiş kişiler, öncelikle köklü, etraflı ve ayrıntılı bir muhasebe, değerlendirme, özeleştiri yapmadan bu kavramları kullanırsa, inandırıcılık kazanamaz. Sülün Osman, sahtekarlığın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatsa, inanır mısınız?
3 Kasım'da seçmen, o zamanki medyanın "En başarılı koalisyon" dediği hükümeti silip süpürünce ve Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AKP) yüzde 35'lik bir destekle tek başına iktidar yapınca, sadece oyunun kuralları değil oyunun bizatihi kendisinin değişmesi için müsait bir zemin hazırladı.
Hürriyet-Sabah arasındaki bu kapışma/rekabet yeni dönemin ilk çıban başı. Bu kapışmada siyasi iktidarın tutumu da önemli. Siyaset değişirken, onun önemli bir aktörü olan medya da değişiyor, değişecek. Herkes yeniden kılıç kuşanıyor, dostunu düşmanını belirliyor.
Ayrıca "İslami Basın" adlı yeni bir oyuncu daha var şimdi sahnede. Türkiye'de siyasi iktidar, vanayı elinde tutan, su yollarının istikametini değiştiren bir mekanizma olduğu için, AKP yönetiminin batık bankalar, banka-medya, devlet ihaleleri gibi konulardaki tutumu tayin edici olabilir.
Ne hürriyet ne sabah!
Türkiye gibi istikrarlı bir istikrarsızlık mekanında, Amiral Gemileri kolay batar.
Öncelikle Hürriyet ile Sabah arasındaki çekişmenin, egemenler arasındaki bir çelişme olduğunu saptamakta yarar var. Kamu çıkarını savunan, demokratik ve özgür bir medya talep eden kesimler, bu çekişmede Hürriyet ile Sabah'a eşit uzaklıkta durmalı.
Çünkü her iki kutup da sonuç olarak gazeteciliği, haberciliği halkın özgürce haber alma hakkını kullanması, yurttaşın demokratik bir topluma katılımı için bilgilenmesi olarak değil, kendi dar grup çıkarlarını medya aracılığı ile iktidar nezdinde savunmak ve güçlendirmek olarak algılıyor ve uyguluyor.
Satranç tahtasında yerleri değişen taşlar, grupları da yeni hamleler yapmaya zorluyor. İktisadi ve mali çıkarlarını ön planda tutan grupların doğasını, stratejilerini az çok biliyoruz. Şimdilik ortaya açık bir şekilde çıkmayan yeni siyasi iktidarın tutumu.
AKP'nin önünde bir tercih var: Ya medya-siyaset ilişkilerini eskisi gibi sürdürmeye çalışıp, medya gruplarına propaganda karşılığında taviz verip, işi eskisi gibi idare etmeye çalışacak ya da medyayı devletin ya da hükümetin bir müştemilatı olmaktan çıkarıp onu bağımsızlaştıracak, özgürleştirecek hukuki ve siyasi düzenlemeleri gerçekleştirecek.
Birinci şıkkın gerçekleşmesini engelleyecek iki faktör var:
* AKP'ye oy veren geniş yurttaş kesiminin eski siyasilerle birlikte eski siyaset-medya ilişkilerini redetmesi
* Eski medya, sıradan,herhangi bir siyasi iktidarı destekler gibi AKP'yi destekleyemez çünkü derin güçler egemen medyayı tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi denetim altına almaya çalışacak, hatta AKP'ye karşı yıpratıcı bir araç olarak kullanmaya çalışacak...
İkinci şıkkın gerçekleşmesini önleyecek engeller de yok değil: Refah tecrübesini göz önünde bulunduracak olursak, ayrıca AKP'nin Uluslar arası Para Fonu (IMF), liberal ekonomi, egemen düzen, kamu çıkarı, bağımsızlık, özgürlük gibi tayin edici konulardaki tutum ve siyasetlerini düşünecek olursak, AKP'nin toplumun taleplerine ne kadar yanıt verebileceğini kestirmek zor.
Medya konusunda herhangi bir programı, herhangi bir reformu henüz açıklamamış olan (Var mı ki?) AKP, belki de bu iki seçeneğin ortasını bulmaya çalışan, yumuşak, uzun süreye yayılmış bir değişim süreci bile başlatabilse, toplum ve medya karlı çıkabilir. (RD/NM)