Son dönemde meydana gelen üç olay, esasen 78'lilerin kendi aralarında yol açtığı tartışmalar sebebiyle oldukça enteresan bir seyir izliyor.
Bu üç olayın birincisi, DSİP'li Roni Marguiles'in bir yerde yakınlarıyla birlikte otururken birkaç genç ÖDP'li tarafından başından aşağı boya dökülerek saldırıya uğraması; ikincisi, BirGün gazetesinin genç editörlerinden birinin, önemli bir toplantı esnasında IMF Başkanı'na protesto amaçlı ayakkabı fırlatması; diğeriyse, İstanbul'daki IMF'yi protesto eylemlerinde bazı solcu gençlerin bazı bankalarla zincir mağazaların camları çerçevelerini indirmeleri.
"Toy çocuklar"..."ÖDP'nin tosuncukları"....
Bu olaylardan üçü üzerine de çok şey yazılıp çizildi, hayli tartışmaya konu edildi, saptamalar ve karşılıklı atışmalar internet sitelerinde kendine genişçe yer buldu.
Aslına bakarsak, 'olay'ların kendileri -bütün dünya medyasının gözleri önünde yapıldığı için 'ayakkabı eylemi'ni ayırırsak- 'spektaküler' olaylar değildi; yani, kendi başlarına alındığında, ahım şahım bir önemleri yoktu, evvel beri 'günlük mücadele' içerisinde 'rastlanabilir' türden şeylerdi.
Fakat, '78 kuşağının medyadaki, kahvelerdeki, internet yazışma gruplarındaki bazı mensupları bu üç olaydan da 'dram' çıkartmayı iyi becerdiler. 'Dram'ın müsebbibi 'gençler'di, ne '68'li ne de '78'li, 'kuşak nesebi' zuhura ermemiş 'toy çocuklar'dı yani; kalemleri ve klavyeleriyle 'yargıyı biçenler' ise '78 kuşağının yaşını başını almış mensupları.
Bu tartışmaların sürdüğü bir mecrada küçük dilimi ilk yutuşum, bir eski arkadaşımın karşılıklı fikir serdedilen bir yazılı ortamda okuduğum bir yazısında, Roni Marguiles'e 'boyalı saldırıda' bulunan gençler için, "ÖDP'nin 'tosuncuklar'ı" deyimini kullanışıyla oldu. Klavyede yazmanın hafifliği, moda deyişle 'maksadını aşan' bir cümle diye düşündüm ilkin.
Fakat sonra, aynı arkadaşımla başka bir vesileyle başka bir masada birlikte otururken, burada kastedilen şeyin daha da öte, 'bir Türk solcusunun bir Musevi sosyaliste saldırması' olduğunu anlayınca ne diyeceğimi şaşırdım. Daha nelerdi?
Biz "78"liler için en vahim yan...
Tabii bunun yanında, yanlış, onaylanmayacak ve talihsiz bir içerikle, Roni'ye yönelik saldırının 'iyi olduğu', onun 'bunu hak ettiği', yapanların 'eline sağlık' dilendiği minvalindeki densizce notların, e-postaların ve benzeri yakıştırmaların sayısının da hayli çok olduğunu özellikle belirtmek gerek.
Öyle ya, 'tosuncuklar' alenen '80 öncesinde sağcı, faşist komandolar için kullanılan bir tabirdi ve günümüz ahvalinde sinizmin doruklarını tırmalayan bu ithamın uç derecede 'dışlayıcı', 'damgalayıcı' oluşu bir yana, bizim kuşaktan herhangi birimizin böylesi yakıştırmalardan utanması için kendi geçmişimize şöyle bir gözucuyla bakmak bile ziyadesiyle yeterli olmalıydı!
Her neyse, bu tür olayların 2009 sonbaharındaki güncel politikaya ve tartışmalara, hali ve ahvaliyle cılız varlığını muhafaza etmeye çalışan sosyalist sola yansıyan negatif etkileri bir yana, kendimiz adına (yani, '78'liler denen kuşağın mensupları olarak) en vahim yani, teorik-siyasal şirazenin epeydir ve epeyce kaymış olduğunu bir kez daha ortaya koyan kanıtları gözler önüne sermesiydi.
Ne oluyordu '78'lilere?
Burada bir parantez açalım: '78 nitelemesi, aslında bu kuşağa sonradan yakıştırılan ve esasen '68'den mülhem, neticede 70'li yılların devrimci gençlerini '68'in gölgesi altında bırakan bir sıfat; yoksa, o dönem için illa ki bir deyiş kullanılması gerekiliyorsa bence doğru ve isabetli olan '77'lilerdir. Zira, 12 Mart'ın üstüne ve '74 affından sonra esas yükseliş dönemi, 1 Mayıs 1977'de doruğuna varmış olan '75-'77 arasıdır.
İşte bu çerçevede, '78'lilere ne olduğu' tek bir saptamaya indirgenebilir: Bir dinamik olarak '78'lilerin devri geçti, mazi oldu, aktüel ağırlığını kaybetti. Belli ki ÖDP deneyiminin ilk iç kopuşa kadar olan erken dönemi, yani '95 ile '99 arasındaki yıllar, 'kuğunun son ötüşü'ydü. Daha eski tabirle: 12 Eylül darbesinden sonra bir türlü toparlanamayan o dönemin önde gelen isimleriyle örgütleri ve bu örgütlerin ardıllarının etkisinin kademe kademe silindiği bir 'uzun tasfiye'nin son kertesiydi.
Bu noktayı vurgulamak isterim: '60'lı ve '70'li yıllarda görülen 'teorik tedrisat'ın ömrü fazla uzun çıkmadı. Bu tedrisat, dönemlerin sıcaklığı içinde oldukça işe yaramıştı elbette, on binlerce, yüz binlerce insanı samimiyetle bir kavganın içinde tutmaya yetmişti, ama faşizmden sonrası için bu avadanlığın yeterli gelmemeye başladığı ayan beyan ortadayken, 'uzun hapishane yılları'nda ve sürgün cemaatlerinde bu durumu telafi ve ikame edici, yerine yeni bir şey koyucu bir toparlanma hamlesinin yapılamadığı da aynı derecede açık oldu.
Burada dağılmanın mücbir sebebi de, herhalde 'teorik canlanma' fırsatının upuzun hapishane yıllarının ardından bir defa daha kaçırılmış, yine değerlendirilememiş, belki de hiç gerçek bir imkân olarak tasarlanmamış, çoğunluk tarafındansa akla bile gelmemiş olmasıydı. (En kalabalık kitleye sahip olmaları sebebiyle, o dönem için dikkatlerin üstlerine çevrildiği ana Dev-Yol ve TKP davalarında, 12 Mart döneminde olduğu gibi 'siyasi örgüt savunması' yapılmaması bu bakımdan sorgulanmaya değerdir.)
ÖDP geleneği fiilen kopardı...
Bunun en önemli göstergesi, ideolojinin yıldızının solda da sönmesi, bugün soldaki iyi-kötü tartışmaların artık 'yayın organları' üzerinden yapılmamasıdır. Nitekim, Mesele'nin bir başka sayısında Ertuğrul Kürkçü'yle yaptığımız söyleşide kendisine yönelttiğim bir soruda ifade ettiğim gibi, "...yayın organı çıkarma konusunda geleneğin kırıldığı yer ÖDP oldu. Ondan daha önce irili ufaklı bütün hareket ve fraksiyonlar bir yayın organı çıkarmayı öncelikli faaliyetlerin başına almışlarken, Devrimci Yol ve (eski) TKP gibi geniş kitlelere sahip hareketler Demokrat ve Politika gibi günlük gazete deneyimlerine sahip olmuşlarken, ÖDP bu geleneği fiilen kopardı."
Şimdi bir uçta, otuz yılda ciddi bir yapısal dönüşüm geçiren, dahası neo-liberalizmin üstünlüğü, sosyalist sistemin yıkılması, küresel kapitalizmin egemenliğini tesisi ve 11 Eylül sonrası 'güvenlik' iklimi gibi belirleyici evreler yaşayan bir kapitalizm karşısında, bu onyılların gerisinde nal toplayan bir bakışla, hâlâ eski sloganlar ve tahlillerden medet umulması.
Öbür uçta, siyasi iktidarın himmetine haiz olacak, vakti zamanında bu kapsamda çok daha fazla imkâna sahip olan TKP'nin dahi kotaramadığı bir halvetle, 'sosyal demokrat sol'la öbek oluşturma hevesleri; üç-beş yıl öncesine değin birbirine 'forward edilen' Can Dündar, Ece Temelkuran, vb. yazılarının yanına iliştirilen liberal simalara somut tahlilden yoksun bakışlarla düzülen güzellemeler; bilhassa 'facebook'ta yağmur gibi paylaşılan 'Taraf seviciliği'.
O Taraf ki, kapitalizminin bu son krizinin patlak verişinden sonra İstanbul Kadıköy'de yapılan ilk işçi mitinginde, gösterinin amacını ve talepleri/sloganları bir kenara bırakıp, "Mitingde Ergenekon İzi" manşetini atışında; üçüncü yıldır Taksim ve civarındaki semtlerde, kendilerine şiddetle saldıran polise karşı sokak çatışmalarına giren ve Taksim'e çıkmaya çalışan eylemcileri bir kenara bırakıp, Genç Siviller'in The Marmara'da oda kiralayıp pankart sallamalarını öne çıkarışında; IMF'yi protesto eylemlerini ancak iç sayfalardan birinde, laf olsun diye haberleştirişinde örneklendiği üzere ve kendi meşrebine tamamen uygun biçimde, kitlelerin kapitalist sistemi hedef alan gerçek eylemlerinden ödü kopan bir politika takip etmesine rağmen, 'konformizm'e meyilli 'eski solcular'ın bir kısmını ayartmayı başarmaktaydı.
Kaldı ki burada neyin hedeflendiğini apaçık biçimde görmek zor değil; Taraf'ın bazı yazarları takip edildiğinde, durup dururken nasıl böyle bir kamplaşma yaratılmaya çalışıldığını anlamak da zor değil. Taraf'çılığın ilk sahneye çıktığı zamanlarda Ertuğrul Kürkçü'nün saptamasıyla: "Türkiye'de bu tür tartışmalar daima genç kadroların devşirilmesi amacıyla başlatılıp yürütülüyor. ... Şimdi yirmili yaşlarında olanların nereye meyledeceklerini belirlemek için yapılan bir tartışma."
'Milliyetçi', 'Kemalist', 'Ergenekoncu', 'darbeci' yaftalarının sular seller gibi saydırıldığı bu saldırıların yöntemi de gözler önünde. 'Bizim beceriksiz solcular' denerek ortaya atılan bunlar ve benzeri iddialarda 'resmi kanıt' olarak önce CHP'nin tutum ve demeçleri gösteriliyor, sonra bir adım daha atılıp, (yeni) TKP'nin açıklamaları öne çıkarılıyor, fakat asıl nişan tahtasına konan ÖDP'nin kalan parçası ile Devrimci-Yol. Daha asıl hedef ise, 1960'lı ve 1970'li yılların sokak eylemleri ve çatışmalarında pişmiş, darbeden sonra da hapishanelerde direnmesini bilmiş örgütlü, eylemci, militan solun moral otoritesi...
Fakat öte yandan, isim vermeye gerek yok, hepimizin malumu, karşı kamp 'Ecevit'ler, 'Demirel'ler, Erbakan'lar' soyunu temizledi, lakin bizimkiler yerlerinde duruyor; duruyor dememek de lazım, öyle görünüyor, ne altlarındaki 'kitle' bütünlüklü, ne de peşlerine takılan ele gelir bir sayı söz konusu. Üstelik, ÖDP'nin erken döneminde akın akın bu 'yeni sol' partiye koşturan gençlerin çok büyük çoğunluğunun kısa sürede soğutulup uzaklaştırılması gibi, halihazırda bazı bazı hareketlenen gençliğin önünü açmaya yönelik çabalar yine etkisiz kalıyor.
Tamam, 1980'den sonra aşağıdan, kitlesel bir yükseliş olmadı; umut verici bir kabarış gözlenmedi; yeni bir eylemci kuşak sahnede ön plana çıkamadı. Ancak bu çoraklık yalnızca bizde değil, bütün dünyada geçerli. Uzunca bir süredir dünya kapitalizmi, 'en az rahatsız edildiği' devirlerinin keyfini çıkarıyor.
Bu kriz apaçık bir 'aşırı üretim' krizi...
Neo-liberalizmin egemenliğinden ve Soğuk Savaş'tan ABD'nin galip çıkmasından sonra, belki önümüzdeki döneme dair olarak buna benzer bir 'dalga'nın umudunu içimizde yaşatabiliriz. Ama o da gündeme, kapitalizmin 'şu andaki küresel krizi'ni aşmasıyla ve sınıflar arası çelişkilerin daha da derinleşmesiyle, milyara varan insanı kapsayan katlanılmaz kitlesel yoksulluğun yıkıcı gücünü de içine taşıyan bir itirazla gelebilecek. O da olmazsa, kapitalizmin şimdi krize düşmesine sevinmek bir yana, asıl yarın bu krizini 'aşması'ndan adamakıllı korkmak gerekecek.
Birçok teorisyenin yanı sıra, yakınlarda ölen Giovanni Arrighi'nin de saptadığı üzere, bu kriz apaçık bir 'aşırı üretim' krizi. Onun için de en ağır darbeyi son dönemin parlayan yıldızı finans ('türev piyasalar') ile, geleneksel sektörden otomotiv ve genel olarak ağır sanayi yedi. Dolayısıyla bu krizin geride bırakılması demek, 'kriz-sonrası yenilenmiş kapitalizm'de, diyelim 25 büyük otomotiv korporasyonunun yerini en fazla 15 dev şirketin alması, Lenin'in yüz yıl önce işaret ettiği 'sermayenin temerküzü'nün amansızca yoluna devam etmesi demek.
Bütün bu eğilimin dünyadaki karşılığıysa işsizlik rekorları, yabancı düşmanlığı, bütün gelişmiş ülkelerde göçmenlerin 'dışa kusulması', rejimlerin vidalarının sıkıştırılıp daha otoriter, totaliter biçimlere geçilmesi, yer yer de kısmi savaşlar demek. Geçen ay İstanbul'da yapılan IMF toplantısında en tepeden yöneticilerin ağzıyla bu 'savaşlar ihtimali' resmen de deklare edildi. Herhalde hiçbir 'realist' analizde, 21. yüzyılın yeni bir dünya savaşı görmeyeceği kesin bir şekilde iddia edilemez.
Bu genel çerçeveye binaen, kendisiyle yaptığımız söyleşi kitabı Yaşlanan İnsanlık, Gençleşen Kapitalizm'de Şükrü Argın, esas vahim olan ana yönelimi, devletin niteliğindeki muhtemel dönüşüme bağlayarak şöyle koyuyordu: "Neo-liberal hegemonyanın gölgesi altındaki devlet, birçok kamusal yükümlülüğünün yanı sıra 'halkın temsili' yükünden de kurtulduğu için, bir saf devlet olarak faşist devletten çok daha tehlikeli bir kapıyı aralamaktadır."
Türkiye de barut fıçısının hemen yanında; tam üstünde değil belki, ama uzağında hiç değil, birazcık kenarında. Bazı laflar vardır, unutulmaz: 11 Eylül'ün hemen ertesi günlerde, bir yandan timsah gözyaşları dökerken öbür yandan ellerini ovuşturan neo-con'lardan Robert Kaplan, bir röportajda kendisine Afganistan saldırısıyla ilgili bir soru yöneltildiğinde 'bu ne ki!' mealinde konuşuyordu: "Bu en az 50-60 ülkeyi kapsayan, 30-40 yıllık bir savaşlar ve çatışmalar dönemini başlatacak büyük dünya seferinin ilk basamağı."
Keza, 21. yüzyıla ABD ile Çin arasında bir büyük kapışmanın damgasını vuracağı giderek daha sık telaffuz edilir oldu. Eşitsiz gelişim yasasını teyit eden bir doğrultuda, küresel kapitalizmin liderliği ve ağırlık merkezinin Batı'dan Doğu'ya, Uzak Asya'ya kayma eğilimi sergilediğini birçok teorisyen ortaya koyuyor. Bu hesaplaşmanın nasıl bir 'şiddetle' hallolacağını bugünden kimse bilemiyor. Ama, Ortadoğu ve Yakındoğu'nun çatışmalı coğrafyasının üstüne bir de bu temel çelişkinin eklenmesi dünyamız adına hayli vahim bir ihtimal.
Türkiye'yi ateş çemberine çeken doğrudan etken ise, artık her anlamıyla uluslararası politikaya dahil olmuş sayılan Kürt meselesi. ABD'nin Irak'tan çekilme ihtimali (ve senaryoları), kanlı sonuçlara yol açabilecek bir Arap-Kürt çatışması beklentisi, Kerkük ve Kuzey Irak/Güney Kürdistan pazarı başta olmak üzere Türkiye'nin bölgeye yönelik alt-emperyalist emelleri, önümüzdeki yılların çatışmalarına Türkiye'ye de asli bir rol düşürecek besbelli.
Hal böyleyken, Türkiye'de 1960'lardan sonraki yaklaşık elli yıl içerisinde solun tabanını oluşturmuş olan geniş ve heterojen kütle dört ana ayağa bölünmüş durumda: a) Kürtlerin ulusal mücadelesi; b) milliyetçi kampa dayanak oluşturmaya başlayan ulusalcılık-yurtseverlik sapması; c) orta sınıf konformizmine bulaşık AKP kuyrukçuluğu; d) cılız varlığıyla geleneksel tahlillere yapışan sosyalist (ve denebilirse, veya olduğu kadarıyla, enternasyonalist) hat.
'Yaşlanan' kuşağın, bizim kuşağımız mensupları -ne yazık ki, artık- ulusalcı-yurtsever sapma ile AKP kuyrukçuluğuna daha yakın durumda; bunun sebebi de aşağı yukarı belli: Çoğunluğu 'küçük burjuvazi' içinden gelerek gençlik mücadelesine katılanların, zamanla yeni konumlarını benimsemeleri ve buna uygun argümanları tutmalarının işlerine gelmesi. Başka bir deyişle, kımıldayacak mecal bulamamaları.
Biliyoruz ki, '78 acılı bir gençlik kuşağı; fakat aynı zamanda, kendi çağında (hem aktif mücadele yıllarında, hem de hapishanede) son derece gözüpek, kahraman ve özverili olmuş, en ağır işkencelerden ve vahşi baskılardan yüzünün akıyla çıkmış bir kuşak. Her şeyden önce, çabaları 'varlığı kendinden menkul' bir zorlama faaliyetin değil, ana besinini 1960'ların işçi grevlerinden itibaren kalabalıkların somut, sert mücadelesinden alan bir dalganın ürünü.
Şimdinin kavramlarıyla geçmişin mücadelesini karalamak...
Gençliği, 'tarihin yapıldığı' o istisnai onyıllara denk gelmiş. Gününün yirmi dört saatini aktif politikayla, kıyasıya mücadeleyle, kısmen de 'faşist tosuncuklar'la çatışmayla geçirmiş. 'Sovyetçi' olanların da, 'Çinci' olanların da, 'halk savaşı'nı savunanların da, kır gerillacılığına soyunanların da teorilerinin ağırlıkla, esasen yeni tanıştıkları 'çeviri metinler'den gelmesi, sol içi çatışmaların ölümlere varması ve benzeri acemilikler, bu kuşağın mücadeleci/eylemci bir kuşak olduğu, Türkiye'nin siyasal tarihine bir çentik attıkları gerçeğini bir milim değiştirmez.
Ya sonra? Ya sonradan sonra şimdi? Bugününde 'huzursuz' olup 'kudretsiz' kalan, intisap ettikleri orta sınıfın reflekslerini -yıllar içerisinde- özümsemiş bir kuşağın mensuplarının, 'şimdinin aklı'yla geçmişi eşeleyip durmalarını, 'şimdinin kavramları'yla otuz-kırk yıl geçmişteki bir mücadeleyi karalamaktan (en iyi şıkta, hırpalamaktan, aşındırmaktan) medet ummalarını neye bağlayacağız?
Kendi geçmişlerinde (ki bunu kasten 'kötüleyici' bir anlamda söylemiyorum; eski örgüt arkadaşlarımın saldırısıyla morgun kapısından dönmüş biri olarak, kendimi bütün o olayların, sıkılan kurşunların, meydana gelen ölümlerin 'çağın hikâyesine dahil olduğu'nu bilenlerden sayarım) silah tapınıcılığını, devrimci şiddeti geçerli görüşlerini, fraksiyonlar arası çatışmalara bulaşmalarını, yumruklaşmaları ve voltalarda omuz atmaları yeterince bol miktarda sergilemiş ve bilfiil hayata geçirmiş, fakat bir faşist darbeye maruz kalarak, ölülerinin öçülerini bile alamadan, yaşları yerde kalarak 'yaşlanmış' bu insanların bir kısmının...
-güçsüzlükleri dillerine vurmuş bir ifratla, ağırlıkla banka ve süpermarket camlarını indiren gençleri 'vandallık'la, yanlış da olsa Roni Marguiles'e yönelik saldırıyı 'tosuncukluk yapmak'la, bir basın toplantısında IMF başkanına ayakkabı atılmasını 'zavallılık'la suçlamaları, apaçık bir fikri sefaletin ve siyaseten izan yoksunluğunun neticesi değilse, 'gençliğinde kolektif, orta yaşlılığında birey' olarak yaşadıkları sürecin dramatik yüzeyini etraflarına sıçratma çabalarından başka ne olabilir? (OA/EÖ)
(*) Bu yazı Mesele Kitap Dergisi'nin Kasım 2009 tarihli 35. sayısında yayınlanacaktır.